"Çalışma" kavramı hepimiz için hayatımızda en önem verdiğimiz kavramlardan bir tanesi. Hal böyle olunca hepimiz işimizin ve mesleğimizin peşinde belki de kendi hayatlarımız hiçe sayarcasına koşturuyoruz. Peki hiç düşündük mü acaba, çalışmak, iş, çalışmamak ve aylaklık arasındaki ilişkiyi? Genellikle düşüncemizi çok fazla odaklamadığımız bir konu bu..."çalışmak" İronik olarak hepimiz çalışıyor ve bu şekilde para kazanıyoruz. Ancak çalışmak kavramının kendisiyle alakalı pek azımız kafa yoruyoruz.
Literatürdeki tüm kavramsal tanımları bir yere bırakarak çalışmayı, kişinin bedensel, zihinsel ve ruhsal eylemleriyle gerçekleştirdiği üretim sürecinin bütünü olarak tanımlayabiliriz. Bu tanım bizi çağlar boyu çalışma kavramını irdeleme açısından bütünsel bir bakışa götürebilir. Basit anlatımla kişi, uzmanı olduğu bir ürünü üretir, bunu satar, bu yolla gelir elde eder ve bu şekilde hayatını idame ettirir. Klasik anlamda çalışma kavramının yansıması bu çerçevede görülebilir. Hal böyle olunca aylaklık, kişinin çalışmadığı anların bütünü ve çalıştığı anlarda işine konsantre olmadığı zamanların bütünüdür.
Tarihsel süreçte bakıldığında aylaklığın ekonomik sistemler modernleştikçe toplumsal sınıflar arasında yatay bir şekilde dağıldığını görüyoruz. Eski Yunan'da köleler hiç aylaklığa sahip değilken, toplumun üst kademesinde konumlanan filozofların çalışma anlamında herhangi bir faaliyet göstermediklerini biliyoruz. Bu demektir ki bir filozofun sadece düşünmeye ayırdığı zamanların aylaklık olarak tanımlanmadığı, aksine çalışmaktan daha kutsal bir üretim şeklinde itibar gördüğü ve ironiktir ki, köleler çalıştığı için düşünmeye bu kadar zaman ayırabildikleri açıktır. Günümüz perspektifinden bakıldığında filozofların sistem içindeki konumları tamamen aylak, üretime katılmayan ve sistem içinde kesinlikle artı değer yaratmayan bir üretim sürecidir. O halde filozofun aylaklık ediyor olması, eşitsiz bir sistemde başka birinin aylaklık etme hakkının elinden alınmasıyla mümkün görünüyor.
Tarihsel süreç biraz daha ilerlediğinde, aylaklık ve çalışma arasında yine kesin bir ayrım söz konusu değildir. Bu süreçte çalışan kişi belirli zaman periyodlarına gereksinim duymadan işini gerçekleştirir. Mesai saatleri yoktur ve üretim sürecindeki yegane aktör kendisidir. Ayakkabı imal ediyorsa, imal edeceği ayakkabıların imal edilme şekil ve zamanını kendisi tayin eder. İmal eden kişi ustadır ve bu şekilde çalışma üzerindeki tüm denetim kişinin kendisine aittir. Aylaklık hakkı tamamen ustanın elindedir. İstediği zaman dükkanının üstündeki evine çıkıp dinlenebilir ve istediği zaman dükkanının arkasındaki atölyesinde üretime devam edebilir. Hal böyle olunca çalışma mekanı ile yaşama mekanı arasındaki mekansal birlik, kişinin aylaklık hakkını elinden almayarak, kişiyi belki de işinde daha fazla uzmanlaşmaya iten bir süreç olarak karşımıza çıkıyor.
Sanayi Devrimi ile birlikte, aylaklık ve çalışma arasındaki yatay ilişki kayboluyor. Makinalaşma ve seri üretim, atölyesinde üretim yapan ve mekansal birlik olarak aynı mekanın üst katında yaşayan ustaların sistem içinde varolma şansını ortadan kaldırarak bu ustaların işçileşmesi sürecini başlatıyor. İşçileşme ile birlikte ustalar (işçiler), iş süreçleri üzerindeki denetimlerini tamamen yitiriyor ve makinaya bağımlı kalmaya başlıyorlar. Bu da aylaklığın mekanik bir sistem dahilinde işçilerin elinden alınması durumunu ortaya çıkarıyor. Aylaklık hakkı elinden alınan işçi, belli bir zaman diliminde, belli bir birim işi yaparak, üretim sürecinin aksamaması için belli periyodlarla belli parça işleri bitirmek durumunda kalıyor. Bu süreç işçinin devamlı aynı işi yapıyor olmasından kaynaklı yaptığı işe yabancılaşma sürecini de beraberinde getiriyor. Hal böyle olunca, üretim sürecinde kişi, yaptığı iş üzerindeki tüm denetimini de kaybederek git gide vasıfsızlaşıyor. Yaptığı iş üzerinde düşünmesini olanaklı kılan bir aylaklık hakkı olmadığı için kendine de yabancılaşıyor. Bu noktada çalışma kavramı kırılarak, başta verdiğimiz tanımdan farklı bir hal alıyor. Artık kişi, sadece gelir elde etmek için çalışır konuma geliyor ve belli bir ürünün üretimindeki herhangi bir üretim girdisi konumuna indirgeniyor. Çalışma kendi doğasından saparak, kişinin tüm hayatını kapsayan olmazsa olmaz bir faaliyet konumuna geliyor. Yaşam alanı ile çalışma alanı birbirinden farklılaşıyor, üretim zamanlara bölünerek durmaksızın devam eden ve çalışan kişiyi yutan bir canavar fabrika olgusu ortaya çıkıyor.
Elbette ki yukarıda bahsi geçen fabrika aşamasında da kişi kendi aylaklığından tümüyle vazgeçmiyor. Yine makina başında bazen üretimin durmasına veya üretim kayıplarına yol açacak tarzda odak sorunları yaşıyor. İnsan olmasının doğası gereği sosyalleşme ihtiyacı içinde yanındaki ile konuşuyor, sigara içiyor vs. Ancak seri üretim; sistem içinde varolma gereği olan rekabet edebilirlik yüzünden, o kadar fazla hataya tahammül etmez şekilde gelişiyor ki, işçilerin makina başındaki anlık aylaklıkları bile sistem açısından kabul edilemez görünüyor. Hal böyle olunca Sanayi Devrimi'ne eklenen Bilgi ve Teknolojik Devrim ile birlikte, kişilerin hata yapma payları minimuma indirgenmeye başlanıyor. İşyerinde tamamen denetime haiz olan işçiler, hiçbir şekilde aylaklık hakkına sahip olamaz duruma geliyorlar. Örneğin bir fast food dükkanında kasiyer olan bir işçi, müşteriye koyacağı kolanın miktarını kendi belirleyemiyor. Çünkü sistem, işçinin kola koyarken aylaklık edip de belirli birim kolanın israf edilmemesi için, bardak hacmine göre kola koyan makinalar icat ediyor. İşçiler artık sadece bir düğme ile kola koyan, bunu servis eden vasıfsız yığınlara dönüşerek tümüyle aylaklık haklarını yitiriyorlar.
Günümüz endüstri ilişkilerinde tatil kavramı (yeni ve/veya
* eski anlamıyla) çalışanlar için aylaklık açısından bulunmaz dönemler. Kişi çalışmaktan tamamen koparak, sosyal anlamda (sistemin izin verdiği ölçüde) ancak bu dönemlerde var olabiliyor. Ancak çalışma kavramının Sanayi Devrimi öncesindeki tarihinde, tatil diye bir mekanizmanın varlığını görmüyoruz. Demek ki, çalışmanın aylaklıkla bütünleştiği o dönemde, tatil diye bir kavramın gerekliliği yok. Aylaklığın kısmen mümkün olabildiği, vahşi kapitalizm sonrası refah devleti döneminde ise tatiller, nispeten daha verimli çalışmanın varlığını mümkün kılabilen dönemler. Ancak günümüzde insanlar için tatil çok elzem bir ihtiyacı betimliyor. Bu yüzden tüm tatiller kişilerin kendilerine ayırdıkları dönemler olarak ortaya çıkıyor. İşte bu yüzden artık bayramlar eskisi gibi olmuyor, kentlerde kişiler arası komşuluk ilişkileri zayıflıyor. Çünkü insanlar sadece kendileriyle olmayı seçtikleri mutlak bir dinlenme dönemine sistem tarafından itilmiş oluyorlar. Dolayısıyla insanların geleneklerini yaşatma fırsatı olan bayram ve/veya farklı gün kavramları, sistemin değişmesi ile anlamını sadece "tatil" e indirgiyor. Dolayısıyla aylaklık hakkının istismarı, kültürlerin geleneksel anlamda kendi bağlarıyla beslenmeleri sürecini de kopartıyor. Tüketim toplumuna yönelik pazarlar haline gelen geleneksel kutlamalar, tatil kavramıyla da birleşince, içleri boşalmış tatil dönemleri haline geliyor, O toplumda bunlara önem veren kişiler nezdinde fark ettirmeden anlamlarını yitiriyorlar.
Sonuç itibariyle aylaklık bence tatilden farklı bir hak. İnsanlar Salı gecesi sabaha kadar içmek isteyip, Çarşamba günü işe gitmek istemeyebilirler. Ve eminim Perşembe günü işe gittiklerinde kaybettikleri zamandan daha verimli işler yapmaya muktedir olacaklardır. Çünkü baktığımızda tüylerimizi ürperten tüm o güzel ve sanatsal işler, düşünceler veya üretimler hep aylaklık hakkı olan ve bu hakkı kullanan insanlar tarafından üretilmişlerdir. Protestan etiğinin aksine çalışmak erdem değildir. Çalışmak yeni anlamıyla sadece kaygıyı getirir. Kaygı ise kişinin yaratıcılığını köreltir. O kadar çok ve hızlı çalışıyoruz ki, r
uhlarımız geride kalıyor. Kendinizi işinize vermeyiniz. Aylaklık ediniz. Çünkü aylaklık tembellik değildir. Aylaklık insanın doğasında olan, insanın yaşaması gereken bir erdemdir. Evet...
Aylaklık erdemdir!!!* Veblen abime sevgilerimle!!!