30 Ara 2008

İpekböceği

Yeni yıla girmemize saatler kala, 2008 senesinin şahsımdan intikamı acı oldu. Birkaç gündür, karın yağmasını can-ı gönülden arzulamak suretiyle, sabah mesaiye giden birçok insan tarafından kara listeye alındım. Bu kişilerden birinin -ki ben kim olduğunu gayet iyi biliyorum- "buzda düşersin de elin kolun kırılır inşallah" bedduası tuttu. Sünnet maşallahı gibi vücuduna 2008 asmış iskelet, yerini 2009 yazılı küçük velede bırakacakken yaptı yapacağını. Sağ elimi kırmış bulunuyorum. Kırık aşağıda da ayrıntılı görülebileceği üzere, sağ el 4. kemiktedir.





Bu ortopedik olay vesilesiyle; alçı, sargıbezi ve bilimum flaster vb. ile girdiğim ipekböceği kostümümün, yeni yılda yapılacak kostümlü partinin en gerçekçi ve en güzel kostümü seçilmesi ve şahsıma şampanyamsı şekilde balonlarını ahenkle havaya püskürten kalsiyum sandoz kokteyli hediye edilmesini temenni ediyorum. Şaşalı kostümümün ayrıntıları aşağıdadır:







Haftanın rüküşü seçilmemek ve yarışmacıların ve izleyenlerin damak tatlarına hitabetmek adına mönüye bir de portakallı ördeksel ipekböceği seçeneği ekledim. Umarım bu zengin mönü beni üst sıralara taşır ve dün akşam evinde misafir edip de bizi aç bırakan o yaşlı bunak denyoya kapak olur.





Evet, bir "rapor aldık, yatıştayız" programının daha sonuna gelirken, 2008 denen o bunağı parsalamak istiyor, "2009'un da o küçük tombiş kıçını ıstırırım" diyerek herkesin yeni yılını kutluyorum.

26 Ara 2008

Yashua


Hristiyan dinine mensup insanların İsa'nın doğumunu kutladığı bu günlerde, İsa ile ilgili daha öncesinde yazdığım bir yazıyı revize ederek paylaşmak istedim. Din konusu çok hassas bir konu olduğu için mümkün mertebe İsa'yı dinsel bir kimlik olarak değil de, politik bir kimlik olarak incelemeyi seçtim.

Noel yani İsa'nın doğumu denen hadise, 24 Aralık gününü 25 Aralık gününe bağlayan gece kutlanır. Bu konuda çok ciddi görüş ayrılıkları olsa bile, Noel'in bu tarihlerde kutlanmasının Hristiyanlık açısından özel bir anlamı vardır. Öncelikle Hristiyanlık bünyesinde İsa'nın mitleştirilerek bir pagan formu gibi sunulması açısından önemli bir tarihtir Noel tarihi.

Çoğu görüşün üzerinde uzlaştığı üzere, Hristiyanlık, Roma İmparatorluğu içinde çetin mücadeleler sonucu yayılabilmiş ve bunu gerçekleştirebilmek için de çok ciddi değişikliklere uğramıştır. Kabul görebilmek, tanıdık olmak ile başlar. O halde Hristiyanlığın Roma'nın eski inanışlarından etkilenmemesi, pagan kültürüne sırt çevirmesi söz konusu değildir. Bu değişimler; Hristiyanlarca özel günlerin pagan kurallarına göre yeniden şekillenmesine kadar gitmiştir. Örneğin, İsa'nın doğumu 6 Ocak'ta kutlanırken, eski pagan kültü "Sol Invictus(yenilmez güneş)" şenliğinin yapıldığı ve gün ışığının tekrar uzamaya başladığı Aralık ayının son haftasına (24 Aralık) kaydırılmıştır. Dünya'nın güneşe en yakın olduğu tarih 3 Ocak'tır. (Gün beri) İsa'nın doğumunun önceleri güneşin dünyaya en yakın olduğu tarih olan 3 Ocak'tan 3 gün sonra 6 Ocak'ta kutlanması, daha sonra da Günlerin tekrar uzamaya başladığı gün olan 21 Aralık'tan yine 3 gün sonra 24 Aralıkta kutlanmaya başlaması ilginçtir ki, 3 sayısı gerek inanış, gerekse de mimari tarz anlamında Hristiyanlarca kutsal üçlemeye vurgu yaptığından önemli bir sayıdır. Ayrıca benzer bir biçimde Hristiyanlık, kutsal gün olarak Pazar gününü, yani Sunday(Güneş günü) kendisine seçmiştir. Son olarak haç sembolu, temeli eski Yunan ve Mısıra kadar uzatılabilecek dinsel bir semboldür. İlk Hristiyanlar haç sembolü yerine balık sembolünü tercih etmişlerdir. Bunun nedeni, "İsa Mesih Tanrı'nın oğlu, bizim kurtarıcımız" cümlesinin baş harflerinin Yunanca balık kelimesine tekabül etmesidir. Şöyle ki; "I(Iesous-İsa) CH(Christos-Mesih) TH(theou-Tanrı(nın)) U(hulos-oğlu) S(soter-(bizim)kurtarıcı(mız))" Yunanca cümlesinin baş harfleri biraraya getirildiğinde ICTHUS kelimesi elde edilmektedir. Bu kelime de Yunanca balık anlamına geldiğinden balık sembölü özellikle ilk Hristiyanlarca hem bir şifre, hem de bir logo olarak kullanılmıştır. Bunun yanısıra, haç figürü, özellikle Mısırda"Hayata gelmeyi", daha net bir ifadeyle fiziki ve sonsuz tüm yaşamı betimleyen bir sembol olarak karşımıza çıkmaktadır. Ayrıca, Yahudilerde Musa ve asasını temsil eden, ucu olmayan bir haç figürü kullanımı mevcuttur. Son olarak, ilginç bir şekilde, yine Güneş Tanrısı Apollon'un asasını temsil eden ve günümüzde kullanılan haç figürüne çok yakın bir sembolün eski Yunan'da kullanıldığı, hatta madeni paralara basıldığı bilinmektedir. Velhasıl, Eski Yunan ve Roma dinleri ve mitolojileri, günümüz Hristiyanlığının temel taşlarını oluşturmuşlardır.

Hepimizin bildiği gibi İsa, hayatı tam bir politik kurgu içinde geçmiş hristiyan dininin peygamberidir. Dünyada şimdiye kadar en çok tanınmış insan, hayatı kendi dininde bile büyük bir itina ile tamamen değişik sunulmuş ve kendi dininde bile bir çok şekilde yanlış tanıtılmış tarihsel bir karakterdir.

İsa, Beytüllahim kentinde doğduğunda, Yahudi tahtının varisiydi. Babasız olarak dünyaya gelişinin ardında, İsa'nın babası şudur diyebileceğimiz gerçek bir kanıt olmadığından veya kilisenin yıllarca hristiyanlığın dinsel meşruiyetini sağlamlaştırmaştırmak için isayı "pagan" formu gibi ortaya koymasından ötürü İsa'nın babasız olarak dünyaya geldiğini teorik olarak kabul etmemekle birlikte, pratikte kabul ediyoruz. Peki İsa neden gayet aristokrat, varlıklı ve zengin bir haham iken, yıllarca marangoz olarak bilindi? Bunun en önemli nedeni, İsa'nın aslında Yahudi tahtının varisi olması dolayısıyla, Roma imparatorluğu'nun meşruiyetine karşı bir hareket içinde oluşu, bu sebeple çarmıha gerilişi(!) ve bu sebeple tekrar dirilişidir(!). Olayın biraz daha içeriğine baktığımızda muazzam bir diplomasi yeteneği ve muazzam politik manevralarla İsa'nın bunu başarabildiği açıktır. Ancak İsa'dan sonraki İsa takipçileri, İsa'nın aristokrat kimliğini gizlemeyi, öğretilerinin Roma imparatorluğu topraklarında yayılabilmesi açısından daha makul bulmuşlardır. Keza İsa'nın babasız oluşu, bekar ve çocuksuz oluşu gibi özellikleri de bunun içine katarak daha sonra politik bir aksiyondan bir mit ve en sonunda dine dönüşecek yapının bu şekilde kurgulandığı açıktır.

İsa dönemindeki Ortadoğu, bilindiği üzere karışıktır. O dönemin Kudüsü'nün; insanlara vaazlar veren bir çok dinsel tarikatın bulunduğu, bunlardan bir çoğunun "kurtarıcı" bekleyerek, Arimathealı Yusuf eliyle vaftiz edilen insanlardan oluştuğu bilinmektedir. İsa da Arimathealı Yusuf eliyle vaftiz edilmiş, sonradan öğretilerini aynı yönde yaymaya başlamıştır. İsa'nın hayatına baktığımızda onun Eski Ahit'i okumuş olduğu ve kasaba kasaba dolaşarak vaazlar verdiğini biliyoruz. Bu sırada çeşitli havariler edindiği, bunlardan birinin de Magdalalı Meryem olduğu aşikardır. Hatta İsa ile Meryem arasındaki yakınlığın, diğer havariler arasında sıkıntıya yol açtığı da bilinmektedir. İsa'nın hayatında bir başka Meryem daha vardır. Bu da havarilerden Lazarus'un kardeşi Beytenyalı Meryemdir. İsa'ya , eski ahitte vurgu yapılan ve eski kıralların çoğunun uyguladığı yöntem olan "meshedilmek" yani "yağlanmak" eylemini, Beytenyalı Meryem sümbül yağı kullanarak bizzat kendi saçları ile ile yapmıştır. Yani isa'yı mesheden ve tüm eski krallar gibi mesih olmasını sağlayan, yağlayan Lazarus'un kardeşi Beythenyalı Meryemdir. Ve bir çok yerde, Magdalalı Meryem ile Bethenyalı Meryemin aynı kişi olduklarına dair bir çok ispat ortaya konulmaktadır. Havarileri bile kıskandıracak şekilde İsa'ya yakın olan Meryemin, İsa'nın karısı olduğu açıktır. Kaldı ki o dönemde bir hahamın evli olması gerekmektedir ki, il il dolaşıp vaaz verebilsin. Ayrıca İsa'nın mahiyetindeki bir kadının da isa ile dolaşabilmesi için mutlaka mahiyetinden biri ile, veya İsa'nın kendisi ile evli olması gerekmektedir. (Ayrıca Lazarus'un kardeşi Meryem de Yahudi hanedanının bir diğer soyundan gelmekte ve bu vesileyle tahtın varisi olan İsa ile evlenme ve iktidarın meştuiyeti açısından güçlü bir önermedir.)

Görüldüğü üzre, İsa, tahtın varisi olması dolayısıyla gerekli tüm bürokratik edimleri yerine getirmiştir. Meshedilmiş (yağlanmış) hatta eski ahitte vurgu yapılan şekilde, "bir kurtarıcı gibi", törenler eşliğinde bir eşşek sırtında kudüse girmiştir. Kudüs halkı onu Nasıralı bir haham kral olarak selamlamıştır. (Burdaki Nasıralı sözcüğüne de vurgu yapmak gerekir. İsa Nasıralı değildir. Beytüllahim doğumludur. O dönemde nasıra diye bir kentin varlığı bile şüphelidir. Kaldı ki İsa'nın çarmıhındaki "Iesus Nazarenius Rex Iodorium"(Yahudilerin Kralı Nasıralı İsa) yazısındaki Nazarenius ifadesi, Nasıralı İsa'yı değil, İsa'nın bağlı olduğu Essenilerin bir kolu olan Nazarene tarikatını ifade etmektedir.İsa'nın kendi iktidarını bu şekilde ortaya koyması ve Roma imparatorluğunun Yahudi ibadethanelerinden aldığı haraç masalarını (oğluyla birlikte (bkz: barrabas)) basarak tekmelemesi sonucu Roma valisi Pilatus tarafından (istemeye istemeye) çarmıha germe cezasına çarptırılmıştır. Bu noktada İsa'nın tahtın varisi olduğu gözönüne alındığında, Roma imparatorluğu varken, meşru bir krallık kurması mümkün görünmemektedir. Burada dinsel bir düzlemde meşruiyet sağlama amacıyla, Roma valisini de işin içine katarak bir yeniden diriliş dümeni tezgah edilmiş ve çarmıh cezası bu şekilde onanmıştır.

İsa'nın çarmıha gerilmesine geçmeden önce, kana kasabasındaki bir düğünden bahsetmek anlamlı olacaktır. Bu düğün yeni ahitte, İsa'nın suyu şaraba çevirdiği ve ilk mucizesini gerçekleştirdiği olay olarak geçer. Ancak İnciller bu noktada birbirleriyle çelişmektedir. Yuhanna incilindeki bir takım ifadeler: Örneğin: "Yh. 2,1-12 Üçüncü gün Celile'nin Kana köyünde bir düğün vardı. İsa'nın annesi oradaydı. İsa ile şakirtleri de düğüne çağrılmışlardı. Şarap tükenince İsa'nın annesi O'na, «Şarap kalmadı» dedi. İsa, «Anne, benden ne istiyorsun? Benim saatim daha gelmedi» dedi. Annesi hizmet edenlere, «Size ne derse onu yapın» dedi... "Burada fakir bir marangozun annesi olan Meryem'in hizmetçilere emir vermesi, düğün sahibi gibi endişe içinde İsa'ya gelip şarabın bittiğini söylemesi dikkat çekicidir. Burada açıktır ki, düğün İsa'nın kendi düğünüdür ve ordaki tüm aristokrat eşraf bu düğüne davetlidir. Basit bir marangoz olan İsa'nın da ne bu şekilde bir düğünü finanse edecek, ne de düğünden sonra (karısı) magdalalı meryem tarafından saçlarıyla mesholacağı sümbül yağını alacak ekonomik gücü bulunmaktadır. Yine aynı İncilin biraz ilerleyen bölümünde bir davetli ile İsa arasında geçen konuşmaların olduğu bölüm ilginçtir : "«Herkes önce iyi şarabı, çok içildikten sonra da kötüsünü sunar. ama sen iyi şarabı şimdiye dek saklamışsın.» isa bu ilk mucizesini celile'nin kana köyünde yaptı ve yüceliğini gösterdi. öğrencileri de o'na iman ettiler." Görülen odur ki, Kana köyündeki bu olaylar, İsa'nın politik duruşunun ve aslında basit bir marangoz olmadığının ispatıdır.

İsa bilindiği gibi kudüste Golgotha (kafatası) tepesinde çarmıha gerilmiştir. Naaşı da gömülmek üzere Aritmehea'lı Yusuf'a verilmiştir. Halbuki İnciller bu konuda yine çelişkilidir. İsa'nın aslında bir kaç kişinin izlediği bir idam töreniyle Yusuf'un evinin bahçesinde üç kişi ile birlikte çarmıha gerildiği, ve İsa'ya inananların da bunu uzaktaki golgotha tepesinden izledikleri rivayet edilmektedir. Çarmıha gerilenin isa olup olmadığı da bu yüzden çok netlik kazanmamıştır. İsa'nın I.N.R.I yazısı ile çarmıha gerilmesi, onun önemli bir suç işlediğinin kanıtıdır. Zira Roma döneminde ölüm cezası sadece Roma valiliklerince verilmektedir. Çarmıha germe ise devlete karşı işlenen suçlarda uygulanan en kıdemli cezaların başında gelmektedir. Çarmıha gerilen iki hafta çarmıhta canlı kalabilir. Eğer ki valilik bağışlanma kararı çıkarırsa, çarmıha gerilenin dizleri balyozla kırılarak akciğerlerinin sıkışması ve ölümünün çabuklaşması sağlanır. Hırsızlık ve adi suçlar için bu cezasın verilmesi söz konusu değildir. İsa çarmıha gerildiğinde yanında çarmıha gerilen "Barrabas" isimli kişinin, kilise tarafından yıllarca "hırsız" olduğu yayılmıştır. Halbuki "Barrabas" ibranice "bar rabbi" kökünden türemiş, babanın oğlu, rabbin oğlu anlamına gelmektedir. Büyük ihtimal, fanatik bir Esseni taraftarı olan İsa'nın oğludur. Söylenene göre İsa çarmıha gerildikten 10-15 dakika sonra ölmüştür. Sağlıklı bir insanın bu şekilde çabuk bir biçimde ölmesi olası değildir, kaldı ki çarmıha gerilen Roma aleyhtarı suçluların 1-2 hafta çarmıhta bekletilerek çürümeye terkedildikleri ve cesetlerinin de gömülmedikleri bilinmektedir. Böyle olunca İsa'nın ölümü biraz şüphe uyandırmaktadır. İsa çarmıha gerildikten az bir süre sonra susamış ve mızrağın ucuna takılı süngerden su içmek yoluyla bu isteği yerine getirilmiştir. Suyu içtikten hemen sonra da ölmüştür. Acaba suyun içine, daha az acı çekmesi için uyuşturucu bir madde mi katılmıştır? Ayrıca muhafızlar tarafından ölüp ölmediğini kontrol için sağ kaburgasının biraz altından dürtülmüştür ki, çarmıh resimlerinin çoğunda görülen bu yara bu sebeple oluşmuştur. isa'nın öldüğü anlaşılınca naaşı Yusufa teslim edilmiş ve yusuf'un bildiği bir yere, üzerine kocaman bir taş örtülerek gömülmüştür. İsa gibi Romaya karşı gelerek çarmıh şeklinde ciddi bir cezaya çarptırılan suçlunun bu kadar torpilli olması kuşku uyandırmaktadır. Pilatus'un İsa'yı neden Arimathealı Yusuf gibi politik ve dinsel (fanatik bir esseni) karakterin bahçesinde, gözlerden uzak çarmıha gerdiği, neden naaşı çarmıhta bırakmayarak Yusuf'a teslim ettiği kuşkuludur. Velhasıl İsa ertesi gün mezarından kalkmış, ve havarilerine (ilk önce Magdalalı Meryem) görünmüştür. Bu şekilde de "gökyüzünün krallığı" anlayışının başlangıcı olan ölmeyen ve dirilen İsa miti hayata geçmiştir.

Görüldüğü gibi daha çok politik vurgusu olan bir karakterin bu denli dinsel bir kimliğe oturması, kendi kurguladığı manevralar sonucu ve havarilerin İsa'nın ölümünden sonraki çabaları eseridir. İsa'ya bir kitap inmemiş, Yeni Ahiti oluşturan tüm kaynaklar insan eliyle yazılmış ve daha sonra İznik Konsülünde belli bir sayıya indirilmiştir. Her ne hikmetse İsa'nın karısı kilise tarafından fahişe, oğlu Barrabas da hırsız ilan edilerek yok sayılmıştır.

Bu noktada İsa'nın akıllı bir devlet adamı olduğu ve dünya tarihindeki en gizemli yaşam öyküsüne sahip olduğu açıktır. Ancak kanımca İsa'nın kendisi bile, siyasi meşruiyeti dinsel temellere oturtma amacı ile başlayan bu politik hareketin bu denli yaygın bir dine dönüşeceği düşünmemiştir.

Not: Bu yazı sadece belli bir bilimsellik çerçevesinde, tarihi bir karakterin hayatındaki kurguları ortaya koymak amacıyla yazılmıştır. Herhangi bir eleştiri amacı taşımamakta, sadece olanı şahsi düşünceler doğrultusunda analitik bir düzlemde resmetme amacını gütmektedir.

24 Ara 2008

Paralel


Hayat ne kadar da net. İki doğru birbirine ya paralel ya değil. Paralel olmayan her doğru kesişiyor, paralel olanlar ise asla aynı noktada temas etmiyor birbirlerine. Paralel kelimesinin günlük hayattaki kullanımı açısından ne büyük bir ironi var oysa. Normal hayatta paralel demek; uyum içinde, kesişen demek. "Bizim O'nunla görüşlerimiz birbirine paralel" cümlesinde olduğu gibi. Bu neye tekabül ediyor? Görüşlerimiz bir yerde buluşuyor, ortak noktada kesişiyor ifasinin ta kendisine. Peki neden paralel kelimesinin matematiksel anlamı ile, kelimenin hayat içinde kazandığı anlam birbirinden farklılaşmış? Kanımca bu farklılaşmak, paralel olmanın geometrik yorumuyla alakalı. Geometri derslerimizi hepbirlikte hatırlayalım. Bir soruda iki doğrunun birbirine paralel olma ihtimali, o sorunun çözümünü kolaylaştıran özel bir durumun ifadesiydi. İki doğru birbirine paralelse açılar, üçgenler, kenarlar hep daha kolay bulunurdu. İçimize su serpen bir ferahlığı vardı AB//DC ifadesinin. Hal böyle olunca, paralel kelimesi, kanımca gerçek hayatta içimize su serpen bir uzlaşma, anlayış, yakınlaşma doğrultusunda farklı bir anlamda ifade bulmaya başladı gerçek anlamını yitirerek. Aynı düzlemde birbirine paralel olan iki doğrunun kesişmeyeceği varsayımı, paralel olmak kavramında, aynı düzlemde, aynı görüş bünyesinde, aynı noktada çakışmak halini aldı. Fikirleri yakın olan insanlar, hep paralel kelimesini kullanarak bu yakınlığı betimledi. Oysa paralel olmak yakınlığın hep sabit olması demek değil miydi? Çakışmamanın, kesişmemenin, birleşmemenin ifadesi değil miydi?


Bir an için paralel kelimesinin uzlaşma anlamını unutarak, sosyal ilişkilerde matematiksel anlamıyla kullanmayı deneyelim. "Bizim O'nunla görüşlerimiz birbirine paralel" cümlesi nasıl tam tersi bir anlama bürünüyor değil mi? Asla aynı düzlemde buluşmayacak, birbirine yaklaşması olası olmayan, sonsuza dek uzlaşamayacak iki insan portresi çiziyor bu ifade. Muhtemelen birbirini çekemeyen, tasvip etmeyen iki insanın birbiri için sarfedeceği bir cümle halini alıyor. Hazır matematik derslerimizi hatırlamışken, biraz da edebiyat bilgilerimizi tazeleyelim. Ziya Paşa'nın ünlü Terkib-i Bendi'nde yazdığı bir beyiti hatırlayalım.

Erbab-ı kemali çekemez nakıs olanlar
Rencide olur dide-i hüffaş ziyadan

Yani diyor ki: "Olgun insanları çekemez eksiği olanlar, yarasanın gözleri ışıktan rahatsız olur." Kısacası matematiksel anlamda paralel kelimesinin sosyal hayattaki ifadesi, aslında normal ifadesinin tam tersi biçimde Ziya Paşa'nın bu beyitinde vücut buluyor. Beyiti edebi olarak incelemeye devam edelim. Burada bir leff-ü neşir; Türkçe bir ifade ile toplama, yayma söz sanatı var. Yani şair ilk beyitte dağıttığı kavramları, ikinci beyittekilerle ilişkilendirerek topluyor. Şöyle ki, Erbab-ı kemal (Olgun insanlar) kavramını, ziya(ışık) kavramıyla ilişkilendirip topluyor. (Burada ziya kelimesi hem ışık, hem de şairin kendisini betimlediği için hoş bir tevriye sanatı da söz konusu.) Aynı şekilde şair, nakıs olanlar (eksiği olanlar) ile hüffaş (yarasa) kavramlarını dağıtarak topluyor. Burada şu parantezi açmak söz konusu: Leff-ü neşr söz sanatı, iki şekilde gerçekleştiriliyor. Birincisi birbirleri ile ilişkilendirilerek toplanıp yayılan kelimelerin geometrik olarak çapraz olması ki buna leff-ü neşr-i muvassal(çapraz leff-ü neşir), geometrik olarak paralel olmasına da, leff-ü neşr-i mürettep (Dizili, paralel leff-ü neşir) deniyor. Ziya Paşa'nın Terkib-i Bendi'nde gerçekleştirdiği tip, tam da paralel kelimesinin gerçek hayattaki anlamına ters bir biçimde çapraz leff-ü neşir.

Gönlümde ateştin,gözümde yaştın
Ne diye tutuştun,ne diye taştın.


Beyitindeki leff-ü neşir ise, anlamı ile doğru orantılı olarak ateş ve tutuşmak, yaş ve taşmak kelimeleri ile ilintilendirildiğinde paralel tarzda. Ne ilginç ki gerçek hayatla ilişkilendirildiğinde gerçek anlamında kullanıldığında olmayan biçimde bir paralelliği, yani sonsuza kadar kavuşamamyı vurgulayan bir matematiksel ifadeyi gözler önüne seriyor.

Edebi örnekler ile matematiksel yorumlar karşılaştırıldığında ortaya şu manzara çıkıyor. Paralel olan aslında gerçek anlamı ile kesişiyor. Paralel olmayan ise hayat boyu matematiksel anlamının tersine kavuşamıyor. Sonuç itibariyle paralellik kanımca boş bir kümenin, içi doldurulmaya çalışan geçersiz bir ifadesi. Bir sayının 0'a bölümü gibi tanımsız. (0 yazarken shift tuşuna bastığınızda = ifadesi, yani birbirine paralel iki doğru çıkıyor. Yani sıfırı büyük yazmak nasıl imkansızsa, paralellik de aynı şekilde tanımsız)

Yani balatası sıyrılmış bir şekilde demem odur ki, gelin canlar bir olalım. Paralel olmak dik olmak bahane, mühim olan insan olmak hoba hey.

Sen bana paralel
Ben sana paralel
Paralel paralel
paralelli
Taralel taralel
taralelli

Ümit Yaşar Oğuzcan

24 Kas 2008

Hepsi Bu...


Usulca gözlerimi yerden kaldırdım. Her tarafta uçuşan yapraklar, dal parçaları, kum ve toz zerrelerinden korunmak için biraz kıstım gözlerimi. Dişim ağrıyordu ve hala dişçiye gitmekten korkuyordum. Akşam olmuştu ve oturduğum bankın olduğu park artık tamamen karanlıktı. Eskiden üstünde büyük bir meşe ağacının olduğu, şimdilerde ise gri bir duvara yaslanmış olan banktan görebildiğim manzaraya baktım. Herşey aynı gibiydi. Oysa hiçbirşey aynı değildi. Salıncaklar, kaydıraklar; önceden tahta ve parçalı olup da, şimdilerde mika kaplama olan ve üzerine hiçbirşey yazılamayan banklar. Sanki yazılarla birlikte birçok şey de silinmişti hafızlardan. Oysa ne tanıdık bir manzaraydı gördüğüm. Bütün ayrıntılarını biliyordum bu parkın. Bu yüzden karanlık olsa bile, neyin nerde olduğunu bilmek garip bir huzur hissi doldurdu içime. Öyle ya, şimdi kalkıp yürüsem, uzak evlerin loş perdelerinden belirli belirsiz yansıyan ışığa rağmen yolumu bulabilirdim. Kalkıp yürüyemeyecek kadar sarhoş olduğumu hatırladım. Gözlerimin önündeki karanlığın ortasında dönen neşeli odaların ışıklarını takip edemiyordum. Ne kadar tanıdıktı oysa sarı ışıklı odaların içinde, perdelerin engeline takılmayan aydınlıkta neşe ve huzur içinde oturmak. Ve ne kadar uzaktı artık. Sımsıkı kapadım gözlerimi. Açtığımda parkın bütün ışıkları yanmıştı. Sol yanımda oturan çiftin yere döktüğü birayı uyuz bir köpek yalıyordu. Parkın uzak kenarında, saçlarına Yunan Tanrıları misali yapraklar iliştirmiş bir genç, ağlayan sevgilisine birşeyler anlatıyordu. Biraz ilerde, cep telefonundan neşeli haberler aldığı belli olan bir kadın, arkadaşına heyecanla muhtemelen o haberin O'nun için önemini anlatıyordu. Bu sırada gözüm sırtını duvara yaslayıp kulaklıkla müzik dinleyerek bira içen gence takıldı. Onaltı- onyedi yaşlarındaki gözlerinden hüzünlü gölgeler geçti bir an. Parkın sazlık olmayan, düzenli kesilen çimlerinden ördekler değil fakat bir grup gri, insanlara alışmış güvercin havalandı. Çocuk önce sağa baktı, sonra kendisine dikilmiş iki gözü farkedince tedirgin oldu. Tedirgin olduğunu belli etmek istemez bir eda ile kalktı. Sakallarımı kaşıyarak arkasından baktım. Peşinden gitmek geldi içimden. Sonra kimsenin peşinden gidemeyeceğimi hatırlayarak kafamı gökyüzüne çevirdim. Sonra yıldızlara baktım uzun uzun eski günlerdeki gibi. Bir şarkı düşündüm. Bir şarkı istedim Gece'den. Yaşamak dediğinin "hepsi bu" değil miydi işte? Üzerimdeki gazeteyi düzelterek banka uzandım. Yunan Tanrıları misali yaprakları saçlarına takmış genç, çakmağıyla bira kapağını açtı. İki yudum aldıktan sonra sarıldılar ağlayan sevgilisiyle. Hepsi buydu işte. Hepsi bu!!!

alacakaranlık




trafik ışıklarında bol çukulatalı günler ışıyor.
hep sahte paralarla alıyorum içten gülüşleri
bildiklerim renkli pasta dilimlerinde ufalanıyor
sol yanımda güç bela bir alacakaranlık
kol mesafesinde siyah saçlı bir kadın farkındalığı
saçlarım daha fazla mı dökülüyor, kepek mi, bit mi?

sevmiyorum alacakaranlığı

bir ses duysam arkamda birileri var sanıyorum
ölmek isteği değil peşimde volta atan
ben hep seni götürüyorum karanlık sorgulara
bir yanım destek oluyor, diğeri köstekli bir saatin pervasızlığı
hep şafak vakti yağmurlu puslu bir hava içim

sevmiyorum alacakaranlığı

aynada gördüğüm yüzler yanıyor
ben hep kendi sesimle uyanıyorum
sokak lambaları sabah ne kadar cılız duruyor
alarmlar hep yorgun gecelerin davetçisi
hiçbir saate uyanmıyorum, zamanın köstekli yalancılığı
hep şafak vakti görünmez bir el

sevmiyorum alacakaranlığı

oyunlar oynarken geçiyordu zaman her daim
nedir ki kendi kendime uzak bulduğum
içten içe yanan dumansız bir ateş sanki gece
hiçbir zaman bir yere erişemeyecek olmanın yabancılığı
ben hiç sevmedim...sevemiyorum...
kaypak alacakaranlığı...


12 Eyl 2008

Ege Düğünü


Genelde çay bahçesi, alt sınıf düğün salonları, sokak araları veya boş arazilerin ışıklandırılması ile aydınlanan top sahaları şeklindeki yerlerde vuku bulan düğünlerdir Ege düğünleri. Diğer yörelerin düğünleri gibi düğün tadında spesifik özellikleri olmasa da, kendine has bir takım farklılıkları ve katılımcı profil olarak bir takım ayrılıkları vardır.

Öncelikle bu düğünlerin olmazsa olmazı orgtur. Ne bir orkestra, ne bir müzik grubu, ne bir keman, ne davul ne de başka birşey. Yegane müzikal alet orgtur. Org eşliğinde, org çalmayı bilmese de hazır bulunacak bir şantöz düğünü kotarır. Zira çıs tis cım tis, şeklinde otomatik org butonlarıyla düğünün tüm müzikal yükü sırtlanır.

İçki olmayan bu düğünler genelde sonlara doğru sarhoş birçok insana şahit olur. Elbetti ki bu erkekler, düğünün vermiş olduğu mutluluktan değil, masa altında yuvarlanan ve çoğu zaman plastik bardakta içilen rakı veya votkanın etkisiyle sarhoşluk mertebesine ererler. Yaş profili olarak 17-55 arası bir yelpazeyi kapsayan bu kişiler, içme nedenleri olarak yaşsal bir farklılaşma gösterirler. 17-23 yaş grubu, düğünde etekle gördüğü herhangi bir mahalle kızına platonik olarak yamulup içer, 23-30 arası grup ise ya geline karşı inceden bir platonik vaziyet halindedir, veya platonik vaziyet halinde olan kişinin kankası veya yöresel değimle sağdıcıdır. 30-55 arası gruptaki erkekler ise ya eşşekliğinden, ya ayyaşlığından veya kendi düğününü hatırlayıp hayatını çıkılmaz bir uçurumdan yuvarladığını düşünüp, kocaman götlü karısına, bir de ortamdaki cıvırlara bakarak içerler.

Düğünde mutlaka dans eden her 10 çiftten 4'ü kız kıza dansediyordur. Diğer 2 çift evliliklerinde iki seneyi doldurmamış taze evlilerdir. Kalan 3 çiftin biri gelin ve damat, diğer ikisi ise dünürlerdir. Dünür olan teyzeler mutlaka saçlarını güzel olucağı sanrısıyla hayvan gibi kabartmış, erkekler de mutlaka dans ederken küfür eder gibi gülücükler saçarak kıravatıyla oynayıp içten içe sövmektedir. (Dünürler en az iki kere karşılarındaki eşlerinin ayaklarına basarlar.)

Pistte balon, helva ve bilimum çocuksu malzemeyle koşan 4-10 yaş arası birçok velet vardır. Bunlardan çoğu düğün boyunca bir veya iki kere pataklanır, yaşça küçük olanları da mutlaka şaşal şişeye bir veya iki kez işetilirler.

17-23 yaş arası gruba mensup taze delikanlılar, düğünün sonuna doğru panik halinde yamuldukları kızın babasına gidip "Şuayip amca, Elif'le dans edebilir miyim?" tarzı bir cümleyle izin isteyerek dans eder ve pistteki çift sayısına katkıda bulunurlar. Şuayip amca bu isteği genelde hiçbir şey söylemeden sert bir kafa hareketiyle onaylar. Ama asla konuşmaz, zira muhattap olmaz, zira kendisi de o sırada içkilidir. Ve konuşursa el kadar çocuğun önünde hanımdan fırça yiyecektir.

Düğün sırasında mutlaka, geline platonik hisler besleyen kişi tarafından şantözden "nikah masası" isimli şarkı istenir. Lakin görümce ve eltilerin mütemadiyen işe yarayan politik manevralarıyla kriz başlamadan çözülür ve şantöz "arabım" şarkısını icra eder. Bu sırada pistte oynayan grup içinde en çok eğlenenin de geline platonik hisler besleyen kişi(ler) olması da ironiktir.

Akrabalar arasında takı töreni sırasında mutlaka bir arbede çıkar. Genellikle gelinin kız kardeşinin görevi olan takıları kese içinde tutma eylemi, kız kardeş yoksa aileler arası bir krize neden olabilir.

Düğün bittiğinde gelin ve damat (genellikle) boş sandalyelerin, atılmış kağıt ve konfetilerin, çitlenmiş ay çekirdeği kırıntılarının arasında 10 dakika oturup dinlenirler. Gelin ayakkabısını çıkarıp ayaklarını ovuşturur. Damat ise şimdiden omuzlarına binen hayat yükünü düşünerek uzaklara dalar.

Kısacası, sarı ampüllerin, kareli masa örtülerin serildiği tahta masaların ve altı beyaz kireç badanalı çam veya çınar ağaçlarına hoperlör asılmasının yaygın olduğu düğünlerdir Ege düğünleri. Genelde yaz aylarında olduklarından, sivri sinek istilasından bunalıp da "oturmaya mı geldik Nuriyeaanım, hadi hadi oh oh, ahey ahey" diyerek kendilerini piste atan teyzelerin çokça bulunduğu mahalle organizsasyonlarıdır. Akşamın tatlı tatlı geceye döndüğü anlarda uzak mahallelerden gelen müzik sesinin rüzgar içinde dağılarak kulaklarınızı okşamasıyla, bir tatlı his her tarafınızı sarar. Uzaklardan gelen türkü "yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar" ise Anadolu toprağının bin yıllardır bu coğrafyada insanla yoğrulmasının ne demek olduğunu size anlatır. Sadece insan olduğunuza sevinir, başka hiç bir kimlik istemeden yaşamaya karşı inatla, sevgiyle ve hüzünle bilenirsiniz.


Velhasıl eğlenceli ve hüzünlüdür Ege düğünleri. Hayatın kendisi gibi.

10 Eyl 2008

Hayat işte...


"Çok sigara içtin, üst üste kaçıncı bu. İçme artık lütfen. Hem sigara sağlığa zararlı biliyorsun" diyerek sigara paketine doğru uzanan elimi tuttu. Sigara içemeyecek olmanın verdiği huzursuzlukla, elindeki sıcak dokunuşu hissetmek arasında bir kaç saniye gidip gelen yaklaşma - uzaklaşma çatışmasının ardından, tüm çatışmaları bir kenara koyarcasına elimi elinden çekip, çenemin altındaki hüzün noktasına yerleştirdim. Çok aşıktım, ve kesinlikle O'na açılmaya cesaretim yoktu. O anlasın, açılma faslını geçelim, mutlu iki çocuk gibi elele başlayalım kaldığımız yerden istiyordum. Cesaretim olmamasına rağmen, bakışlarımı en uzak puslu noktaya sabitlemek, ve bu sabitin dakikalarca sürmesi sonucunda gözlerimin (kırpışamamaktan) dolmasıyla beraber yine ilk hamleyi O'nun yapmasını beklemek gibi küçük oyunlarım vardı benim. Fakat nedense O'nun birşey demesini beklemeden, gözlerim hala uzaklara çakılı bir şekilde:

"Bende bu hayat varken, sigaradan ölmem" dedim. Neden bu şekilde bir cümle çıktı ağzımdan bilmiyorum. Tamam, çok şaşalı, hatta afilli cümleleri ve pek tabii arada film replikleriyle konuşmayı seven bir insanım. Ama bu noktada gözleri hafif nemli, eli çenesinde, bakışları uzaklarda kenetlenmiş bir adamın bu şekilde bir cümle kurması komik kaçtı. Kendi kendime güleceğim, zor tutuyorum kendimi. O benden daha dayanıksız çıktı. Bastı kahkahayı.

"İçkisine ilaç atılıp kirletilmiş Türk Filmi kadınları gibi konuştun." dedi kahkahaları oturduğumuz deniz kenarı çay bahçesini çınlatırken.

" Ben Türk Filmi kadınlarını değil, Türk dizileri ağır abilerini kastetmiştim bir kere" diyerek eşlik ettim şen kahkahalarına. Ne güzel, konu dağılmış, çay bahçesindeki gözler; şen kahkahalarımızın ardından kendi masalarına döndükçe, hayat da normale dönmüştü. Bu kahkaha furyasından istifade bir sigara daha yakmıştım O bana son izlediği Türk filminden kareler anlatırken. Mavi dumanlı dinledim anlattıklarını. Aklımda ne uzaklara dalmak, ne de çenemi elimin üstüne yerleştirip bir gurur heykeli gibi kalmak vardı. Saatlerce "Küçük Sevgilim" isimli filmi anlattı bana. Beyin cerrahı olan adamın öğrencisine aşık olduktan sonra, sırf iyilik yapmak için onun hasta ablasıyla evlenmesini, daha sonra ablası ölünce kendini içkiye vererek berduş olmasını ve filmin sonunda araba kazası geçiren oğlunu yine titreyen elleriyle ameliyat etmesini... Arada komik sahnelerde yüzünü buruşturarak hem aktris oluyor, "Ama Şadan, mes'ud ve bahtiyar bir genç kızın duygularıyla oynuyorsunuz kuzum" diyor, daha sonra sesini kalınlaştırarak, "Reca ederim bu bahsi kapatalım küçük hanım! Zira ben Hukuk mektebinde okuyan müşvik bir talebeyim. Beni kötrüm ve boş muhitimde yalnız bırakınız" diye jön replikleri atıyordu. Gülüyor, gülüyordu. Çay bahçesinde gizlice içtiğimiz küp şarabının etkisinden olsa gerek, bir ara ayağa kalkıp, yumruğunu sıkıp, "Bırak o kızı öleceksin, Sibelle evleneceksin ulen köpeeeek!" diye bağırdı. Cümlesini tamamlayamamıştı ki, sendeleyerek kucağıma düştü. Türk filmlerinin yakışıklı jönü, porselen bebeklerden güzel aktristi, kucağımda yatıyor, öylece bana bakıyordu. Bir an saçlarını okşasam diye elimi kaldırdım. Gitmedi ellerim. Uzanıp öpsem olmayacak, Türk filmlerinden beter bir sonumuz olacaktı. Kaç dakika geçti bilmiyorum. Ne ben, ne de o konuştuk. Öylece bakıyorduk birbirimize sonsuz gelen saniyelerde. Ne ben, ne de o konuştuk. Deniz kenarında bir çay bahçesinde, ağaçlara kalpler içinde çakıyla isim kazınan bir mevsimde, kucağımda O.

***
Sabahki duruşma beklediğimden daha sert geçmişti. Yorgundum ve tek istediğim şey evde televizyon başında sert bir kahve eşliğinde manasızca oturmaktı. Fakülteyi bitirdiğimden bu yana ilk defa bu sene tatil yapmamıştım. Ve büroyu büyütmek, işleri daha genişletmek, daha fazla kazanmak gibi amaçlarım vardı. Planları olan insanların asla dinlenmeye hakları yoktu. Çalışmak ve hayallerini gerçekleştirmek zorundaydılar. Ben de onlardandım. Hayaller üniversite yılalrında kalmıştı. Artık onlara plan deniyordu. İyi bir kariyer, bol para, iyi bir evlilik. Evet! Hepsini gerçekleştirmiştim. İstediğim herşey elimdeydi. Ve güce ulaşan her insan gibi ben de, elimdekileri kaybetmemek adına daha fazlasını istedim. Sonra onları kaybetmemek adına daha fazlası. Ve yine daha fazlasını istiyordum. Bunları kafamda tasarlarken telefonum çaldı. Bürodaki yardımcım, akşama doğru olan duruşmanın öğleden sonraya alındığını söyledi. Bir an sevindim. Akşam üzeri kendime ait bir zamanım olacaktı ve bunu yeni büronun planlarını incelemek için kullanabilecektim. Dosyaları gözden geçirerek mahkeme salonunun yolunu tuttum.
Mahkemenin kapısına geldiğimde, taraflar daha ortada yoktu. Bu süre zarfında bir üst kattaki kafeteryada birşeyler içmeye karar verdim. Aydınlık kafeteryanın köşesinde, cam kenarında bir masaya oturdum. Açık bir çay söyleyerek, şehrin manzarasını seyre daldım. O sırada hayatın aslında ne kadar manasız bir koşuşturmacayla bizi esir aldığını düşündüm. Hani "karakter aşınması" dediği şey vardı ya yazarın. Karşımda masmavi uzanan deniz, deniz kenarında balık tutan insanlar, kağıt helva ve balon isteyen çocuklar, sahil boyunca uzanan çay bahçeleri...

Düşüncelerime dalmışken elimin sigaraya gittiğini farketmemişim. Farketmemiş olduğumdan sanırım, pakedi yere düşürdüm. Bir çift kadın ayakkabasıyla göz göze geldim. Başımı kaldırdığımda tanıdık iki gülen göz bana bakıyordu. Ne diyeceğimi bilemedim. Sessizliği bozan O oldu.

"Hem sigara sağlığa zararlı biliyorsun. Demek hala içiyorsun." Sözlerinde yıllar öncesinin vermiş olduğu o ılık esinti vardı. Ses tonu hiç değişmemişti.

"Navukat istemem ulenn", "Ah! Şadan, elini kana buladın aşkın için, seni bekleyeceğim kuzum!", "Nayır Neriman, ben artık yarım bir adamım, güzel bir gelecek var senin önünde. Bırak beni, güzel bir geleceğe koşmalısın sen!" diye Türk filmi repliklerini tekrarlayarak yanıma oturdu. En son çay bahçesinde o gece görmüştüm onu. Yıllar sonra ilk defa, yine aynı repliklerle karşıma çıkmıştı. Ne diyeceğimi, nasıl davranacağımı bilmiyordum. O ise gayet kendinden emin ve rahat bir eda ile kendine bir çay söyledi. Şekersiz çayından bir yudum aldı ki yine konuşmaya başladı.

"Çok değişmişsin. Ama yıllar sana yaramış, daha yakışıklı olmuşsun." şuh bir kahkaha ile güldü.
"Teşekkür ederim. Yıllar seni de güzelleştirmiş" diyebildim şaşırmış dudaklarımdan bir çırpıda kelimeleri fırlatırcasına.

"O çay bahçesini hatırlıyorsun değil mi?" diye sözümü bitirdiğim anda araya girdi.

"E-Evet! Hatırlıyorum." diyebildim. Hatırlamadığımı zannetmesinden korkarak.

"O gece kucağında yatarken bir karar vermiştim ben. Türk filmlerindeki gibi bir aşk yaşayacaktım seninle. Çok seviyordum seni, çok sevdiğini biliyordum beni. Sadece ve sadece seninle evlenecektim. Hayat işte." diyerek bir kahkaha daha attı. Ben ne diyeceğimi bilmiyor, sadece biraz mahçup, biraz da şaşkın gözlerle O'nu seyrediyordum.

"Bilmiyordum." diyebildim kendimi toparlayıp.

"Biliyordun aslında" dedi, biraz uzaklardan gelen bir ses tonu ile. "Biliyordun ama korkuyordun. Hayat sana yön versin istedin. Oysa şimdi anladın ki, sen hayata yön veriyorsun. Veya verdiğini zannediyorsun" dedi az evvelki cümlesini bitirdiği aynı ton ve vurgu ile.

"Yıllar sonra seninle bu konuşmayı yapmak. Hayat işte. Sana ne yaşatacağı asla belli olmuyor, sen ne kadar ona yön verdiğini düşünsen de..." Çay bardağını usulca yerine koydu, yavaş hareketlerle kalktı. Bir an ben de kalkıp onunla gitmek istedim. Usulca eğilip yanağıma ufak bir öpücük kondurarak, gitti.

***
O'nu çok seviyordum. Kucağımda öylece yatıyordu gözlerini gözlerime dikmiş. Heyecandan ölebilirdim. Birşeyler düşünüyordu sanki gözlerime bakarak. Usulca uzattım ellerimi saçlarına doğru. Yarıda kaldı. Kolundan tuttum yavaşça.

"Hadi kalkalım artık geç oldu." diyebildim sadece.

Kalktık.

3 Eyl 2008

Nefretlik durumlar.

İnsan hayatı boyunca bir çok nefretlik durumla karşılaşıyor. Bunların en kötüleri de biriyle bir evi paylaştığında karşılaşılan durumlar. İnsan karşısındaki kişiyi ancak ev hayatı yaşarsa tamamen tanıyabiliyor derler ya, bunu kendimde saptayabilmek adına, veya okuyanlarınızdan şahsımla ev tutmak isteyenler varsa, bunların bir listesini yapmaya çalıştım. Okuyunuz öğreniniz. Şahsım aynı evin paylaşılması durumunda nelerden nefretlik olur?

1) Diş macununun ortadan sıkılması: Bu klişe bir nefretlik hadisedir. Muhtemelen 100 kişiden 90'ı diş macununun ortadan sıkılmasından nefret eder. Amma velakin nefret eden bu 90 kişiden en az 70'İ yine diş macununu ortadan sıkar. Allahtan şimdi sıkıldığında tekrar bir şekilde şişen tüpler icat ettiler de, bir şekilde daha az tramvatik atlatıyoruz banyo aynası önü sendromlarını.


2) Yatakta, halıda, çarşafta, lavaboda, lavabo giderinde, koridor köşelerinde, tarak üstlerinde bulunan her türlü saç ve benzeri: İnsanın rüzgarda efil efil uçuşan saçlarının olması harikulade bir şey. Hatta banyodan sonra ıslak ve uçlarından şıpır şıpır sular damlayan saçları olan bir kadın gayet erotik bir görünüm de arz edebilir. Lakin gidin saçlarınızı başka yere dökün sevgili arkadaşlar. Evimde yumak yumak saç görmek istemeyen bir kimseyim, banyo giderlerini bir zahmet temizleyin, yastığınızı sabah çırpın, yapın birşeyler. Aaaa!


3) Yemekten sonra, yemek yenen tabakta sigara söndürülmesi: Anladık, güzel bir pazar sabahı, kahvaltı edilmiş, kahvaltı üzerine içilen çayla birlikte sigara içiliyor. Ama yapma canım, yapma arkadaşım. Üşenme, kalk çekmeceden bir kültablası, veya çay tabağı, veya deniz kabuğu, (Eskiden vardı bak bizde, cifle fırçaladıkça içini mutlu olurdum. Hey gidi, ne ara kırıldılar, nerden sonra aklıma takıldılar.) felan al. İçinde söndür sigaranı. Zeytin yağının, çekirdeğinin, peynir ve yumurta artıklarının köşesinde yapma o işi. Beni hasta etme!


4) El yıkandıktan sonra sabunun köpüklü bırakılması: Ne kadar güzel bir davranış, ellerini yıkadın, havlu ile kuruladın. Amma velakin sabunluğa baktığımda, sallanmış bir kutu koladan fışkırabilecek kadar çok köpük görüyorum sabunun üstünde. Peki o köpük ahirete kadar ıslak kalmayıp, kuruduğunda ne olacak? Bütün sabunluk leke, iz ve bilimum yapış yapış sabun olacak. Sıvı sabun da sevmiyorum hadi bakalım! Ne o öyle vıcık vıcık yavşak bir şey. Her el yıkanmasından sonra durulanacak o sabun. Efendi gibi yerine bırakılacak. Ayrıca durularken de aynayı lekeleme, iz iz sabun oluyor, çıkmıyor.


5) Televizyon benzeri görünen düz yüzeyler üzerindeki toz yoluyla haberleşmek: Öğrenci evlerinde genelde çok sık rastlanan bir yöntemdir. Televizyon ve/veya üzerinde o kadar çok toz birikmiştir ki, artık ev sakinleri birbirleriyle "abi akşam maça gelcek misin?","kaç ekmek lazım?","akşama eve kız arkadaşım gelcek, efendi olun!" tarzı mesaj göndererek haberleşirler. Ola ki boş anıma gelmiştir. Bir hafta toz almamışımdır. Sen al. "Beni yıka" tarzı gudiklikler yapmak ve bunu televizyonun üzerine yazmak yerine, al eline bir ıslak bir kuru iki toz bezi, bir kova deterjanlı su; tozunu al sert yüzeyin, sonra kurula. Yap bunu!


6) BEŞİKTAŞ maçı varken kıpırdamak: Dikkat ederseniz, T.V.'nin önünden geçmek, gidip içerde tangır tungur bulaşık yıkamak, elektrik süpürgesi yapmak (Oha!), konuşmak, "Ay ya cnbc-e'de de benim dizim başlayacak ya, sezon finali varmış" tarzı cümleler kurmak filan demiyorum. Kıpırdanmayacak diyorum!!! Ha bir Fener maçıdır, Delgado bi ara pasıyla Bobo'yu topla buluşturmuştur. Bobo kalecinin sağından bir plaseyle ağları havalandırmıştır. Kıpırdamak ne demek? Yık anasını sattığımın evini, git sabunluğu parçala, sabunları ye, aynaları kır, diş macunlarını dök saç! Umrum olmaz. Al biranı gel yanıma, T.V.'nin sesini kıs deme. Çerezleri fırlat yerden yere, hakeme küfret! Yap bunları! (Evi paylaştığım insanın hangi takımı tutuyor olması gerektiğini söylememe gerek yok sanırsam.)


7) Eğer bir film izlenmeye başlanmışsa müşterek olarak, o Film bitmeden uyumak: Güzel kardeşim, madem bir film seyretmeye başlamışız, karar vermişiz, otur izle. Filmin en heyecanlı yerinde esneme, "Abi bu şimdi katilin kuzeninin oda arkadaşıydı ya, peki abi bu Joni denen oğlanla Rebecca denen kız nie öpüştüler az evvel? Kardeş diil mi abi onlar" tarzı şalter attırıcı sorular sorma, bir filme başlıyorsan bitir. Bitiremeyeceksen başlama. Uykun varsa en başından git yat.


8) Oturma odasının göbeğinde tırnak kesmek: Yok artık! Muhabbet kuşu musun sen? (Bizim komşunun bir muhabbet kuşu vardı, diğer komşu da ara ara gelip gagasını tırnak makasıyla keserdi. Çok ustalık gerektiren bir operasyonmuşçasına herkes glogi durumda "Napıyonuz lan bana?" edasıyla boşluğa bakan kuşa ve gagasına odaklanırdı. Bu işlem oturma odasının ortasında olurdu hep. O yüzden şeettim. Yani muhabbet kuşları oda ortasında tırnak keser manasında değil. Alınma, alıngan olma.) Tırnaklarını banyoda kes, kestikten sonra elini ayağını yıka. Yap bunları, kaç yaşına gelmiş adamsın. (Törpü, manikür, pedikür, epilasyon, saç tarama, şeytan tırnağı çıkarma... tüm bu işlemler için geçerli bu madde. Kuaför mü lan burası?)


9) Oda kapısını çalmadan içeri girmek: Nefretlik bir hadisedir evet! İki taraf için de öyle. Yapma! Evi paylaştığın kişi sevgilinse bir derece, yine de olmaz. Eğer aile veya arkadaş efradı ile ev paylaşılıyorsa, vahim manzaralar doğurabilir iki taraf açısından da. Kapıyı vur, içeriden "buyur" sesi gelsin, öyle gir.


10) Okunan gazetelerin, iç tarafları dışa gelecek şekilde katlanıp bırakılması: Nasıl aldıysan öyle bırak o gazeteyi, ne tarih belli, ne haber belli ne teber. Güzelce oku aferin, lakin okuduktan sonra bir zahmet dışını dışa, içini içe katla. Sıvacı ustası gibi üçgen yapıp da kafamıza takmayacağız o gazeteyi. Değil mi ama?

2 Eyl 2008

The world of furniture


Ben ev eşyalarının kendi kişilikleri olduğunu ve hatta biz uyuduktan sonra evin içinde dolaştıklarını düşünürdüm. Düşünsenize, evin içinde patır patır yürüyen sandalyeler, birbirleri ile dertleşen abajurlar, duvarda asılı olan bir diğer tabloya aşık olan bir tablo, ve ona teselli veren, kendi aşkı geçenlerde bir başka odaya çiviyle asılmış bir başka tablo. Evin içi panayır gibi, insanların duyduğu frekansın çok daha başka bir çeşidinden sesler çıkaran bu eşyaların, uyuyan bir insanı uyandırmaları mümkün değil. Hatta belki insanlar evde olmadığı gündüzlerde de harekete geçiyordur eşyaların dünyası. Oyuncaklar sepetlerinden çıkıp evin içinde rahat rahat dolaşıyorlar, trenler düdüklerini öttüre öttüre bir odadan diğerine geçiyorlar. Ve diğer eşyalarla o derin frekanstan iletişebildikleri için tüm eşyalar, insanların eve gelmesinden önce haber alıp, tamamen eski hallerine gelerek insanlara hiçbir şey belli etmiyorlar. Ancak hani bazen bir eşya koyduğunuz yerde olmaz da, alakasız bir yerde bulursunuz günlerce aradıktan sonra. Bence bu tamamen yaramaz eşyaların sebep olduğu, insanlara asla maledilmemesi gereken bir durum. Akıllarınca bizimle dalga geçiyorlar ve ne yazık ki biz bundan haberdar bile değiliz. Ne kadar ironik. Hani güç dediğimiz şey belki de başka bir şey diyordu ya sevdicek; belki de budur. Maddi düşünerek de normal sınırların dışına çıkılabilir bazen.


Bu düşünceme gülüyor olabilirsiniz. Ancak size söz veriyorum eşyaları bir gün bu keyif anlarında yakalayacağım. Onlara bu dünyanın tüm dertlerinden sıkıldığımı söyleyecek, katiyen ispiyonlamayacağıma söz vererek, ben evdeyken de rahat rahat davranmaları için yalvaracağım. Kesinlikle sandalyenin veya koltukların üzerine oturmayacağım, acıtmamak adına. Veya televizyonu dinleyeceğim; "devamlı ona bakılması, ama hiçbir zaman aslında kendisinin görülmemesi" nasıl bir duygu diye. Banyodaki en alakasız diş fırçasının halini hatrını soracağım. Giydiğim kıyafetlerden onlara yaşattığım sıkıntılar adına özür dileyeceğim. Hatta ve hatta, mutfakta birbirine aşık ve birbirinden nefret eden bardakları tesbit edip, bulaşık makinesini toparlarken, bu uyuma göre onları dizmeye özen göstereceğim. Evet, bir gün eşyaların dünyasına gireceğim. Onlar da beni benimseyecekler. Yanımda hep oldukları gibi davranacak, benden bir şey saklamayakaklar. Belki odada ben yokken konuşan iki kişinin benim hakkımda ne konuştuklarını bile öğrenebilirim onlardan. Düşünsenize bu şekilde bir süper kahraman olduğunu, dünyanın bütün süper kahramanlarından güçlü olurdu bence. EşyaAdam ve maceraları.


Bebeklerin bazen sebepsiz yere attıkları gülücükler vardır evdeki alakasız noktalara bakarak. Belki onlar görebiliyordur eşyaların hareket ettiklerini. Belki duyabiliyorlardır aralarında ne konuştuklarını. Bir gün ben de duyacağım. O zaman bebeğimin gözlerine bakacağım manasız gülüşlerinde, ne dediğini duyacağım.


Evet! Bunu yapacağım.


Not: Görsel olarak Van Gogh'un bir resmini eklemek de yazıya bambaşka bir uyum sağladı ki, ciddi manada içime sinen bir durum oldu.

31 Ağu 2008

"başka" ve "farklı" üzerine...

Konu gayet basit. "Farklı" ve "başka" kelimelerinin, birbirlerinden farklışatıkları ve başkalaştıkları anlamları tesbit etmek. Veya bu iki kelime acaba aynı anlamı mı içeriyor sorusuna bir yanıt bulabilmek. Bunu neden yaptığımız konusunda öncelikle hiçbir mantıklı neden bulamadığımı eklemek isterim. Sanırım bu cevap arayış serüvenini, bilgi açlığıyla birleşen düşünen beyinlerin ortaya çıkardığı bir sorgu alanı olarak görmek lazım. Öncelikle bu kavramları tanımlayarak işe başlayalım.


Başka kelimesi anlam olarak TDK'ya göre :
1. (sıfat) Bilinenden ayrı, değişik, farklı, özge: "Yıllar sonra olaya başka bir açıdan bakabildim
2. Nitelik yönünden alışılmışın dışında bir üstünlüğü olan: "Bütün bunlar beni herkesten başka bir insan yapmıyor."
3 . (edat)"Ayrıca, üstelik, bir yana" anlamlarında -dan / -den başka biçiminde kullanılan bir söz.
Farklı kelimesi ise yine TDK'ya göre: "(sıfat) Farkı olan, aralarında fark bulunan, değişik, ayrımlı: "Vücut ve yüz hatları, giyiniş ve yürüme tarzı çok mu farklı?"
anlamlarına gelmekteymiş.


Bu doğrultuda "başka" ve "farklı" kelimelerinin anlam olarak incelenmeye değer bir yakınlığı söz konusu. Dikkat ederseniz başka ve farklı kelimelerini TDK sözlüğünde yer değiştirerek birbirlerinin yerine koysanız, pek bir değişiklik olmayacak. (Başka kelimesinin edat hali dışında ki bu analizde edat hali olan başkayı reddediyoruz.) O halde farklı ve başka kelimeleri arasında nasıl bir ilişki söz konusu?


Benim şahsi düşünceme göre başkalık, ancak farklılık ile mümkün oluyor. Yani farklı olmadan başka olunamıyor. Bu önermeye tersten bakmak mümkün mü? Elbette. Her farklılık sonuç itibariyle bir başkalığı yaratıyor. Mantık aynı gibi duruyor ve bu yaptığım minik bir kelime ilizyonu gibi görünüyor olsa da, biraz daha derinden baktığımızda ikilinin arasındaki ilişki biraz daha çetrefilleşiyor. Mesela iki aynı nesne açısından olaya baktığımızda, ikisi birbirlerinin başkası olsa da, aralarında nitelik olarak bir farklılık bulunmuyor. Daha somutlaştırmak gerekirse, masanın üzerinde duran iki aynı kalem, birbirlerinden farklı olmasalar da, birbirlerinden başka oluyorlar. Böylece başkalık, farklılık ile niteliksel anlamda aynı olma durumunda ayrılıyor. Yani başkalık, aynılığın içindeki farklılığı tanımlayan bir anlamda karşımıza çıkıyor. "Başka sigaran var mı?" sorusu, aynı sigaralar içinde yer alan farklı bir sigaraya işaret ediyor. Sigaralar birbirinden farklı olmuyor, ama her biri başka sigaralar oluyor. Bu noktada az evvel kurduğumuz teorik çerçeveyi yanlışlamış mı oluyoruz? İki adet kalem birbirlerinden farklı olmasalar da, başka olabiliyorlarsa, demek ki başkalık için farklılık gerekmiyor. İşte gözden kaçan bir diğer çetrefilli durum ise, iki kalemin nicel ve nitel olarak aynı olması yani farklı olmaması durumunda bile, ikisi evrendeki konumları itibariyle "farklı" iki kalem oluyorlar. Bu sebeple, yukarıda kurduğumuz teorik çerçevenin, halen geçerliliğini koruduğunu söyleyerek şöyle bir öz anlatıma konuyu toparlamak faydalı olacak diye düşünüyorum.


Sonuç olarak farklılık, başkalığın ön koşulu olarak karşımıza çıkıyor. Yani bir şeyin diğer bir şeyden başka olabilmesi için, öncelikle ondan farklı olması gerekiyor. Farklı ve başka kelimeleri birbirlerine çok yakın bir anlama sahip olsalar da, birbirlerinden; birbirlerinin nedeni ve sonucu olma yönünde ayrılıyorlar. Bu doğrultuda farklılık, başkalığı belirleyen yegane kriter, başkalık da farklılık sonucu oluşan yepyeni durumun diğerinden farkı şeklinde ortaya çıkıyor. Yani farklılık, iki nesne arasındaki fark kadar bir başkalık yaratıyor, başkalık da iki nesne arasındaki fark oranında bir farklılığa tekabül ediyor.

21 Ağu 2008

arınmak

insan eskilerden gelenleri sildikçe, onların etkilerini hafiflettikçe daha çok arınıyor. eskiye ait defterleri, yazıları, mektup ve mail dosyalarını sildikçe kendini buluyor. kendisiyle yüzleşiyor. evvelden kendi mantığının yitmesine neden olan ne varsa, hepsini içi cız etmeden silebiliyor olmak güzel şey. daha da güzel olan şu ki, arınılan kişinin yerini kendi içinde tartan insan, hiç yaşanmamış gibi hissedebiliyor bazen. tüm bu aşağıdaki yazılar, kelebekler, otobüsler, canbazlar vesaire... bir o kadar manasız geliyor insana. hafif bir tebessümle kendi yazdıklarını okuyor. ve fakat okurken bırakın kime yazdığını, o yazıyı yazanın kendisi oluğunu bile unutarak bambaşka birilerine bambaşka anlamlar yükleyerek okuyor yazdığı şeyleri.

garip şey hayat. yaşamak da öyle. anıları ardında bırakmak, arınmak güzel şey.



hata yapıyor bazen insan. her hatasında daha doğruyu bulabildiği müddetçe insan olabiliyor. ve her hatasını özgürce ve güzel bir şekilde herkese haykırabildikçe arınabiliyor.

arınmak, güzel şey....

31 Tem 2008

kırık dökük dalgalı...


özledim yıkık dökük evlerin, denize açılan balkonlarını... özledim köpüklü özgür dalgaların, yıkık dökük balkonlarla dansını... ve tam karşımdan batan güneşi adalar ardından. özledim...

26 Tem 2008

kuru fasulye

öncelikle iyi yemek yaptığımı ve uzun süredir yemek yaptığımı belirtmeliyim. lakin gerek üşengeçlik, gerekse de imkansızlık yüzünden kuru fasulyeyi akşamdan ıslatamadım. aklımda hep pilavın yanına şöyle etli bir kurufasulye yapmak vardı. sabah oldu, unutmuşum. kendi kendime dedim ki; "madem ıslatmadın kuru fasulyeyi, o halde şimdiden koy suya, yarın yapar, afiyetle yersin" amma velakin, olmuş hali gözümün önüne gelince, ve yanında biraz da turşu düşleyince, bünyeyi bir açlıktır aldı. yaklaşık 15 dakika kadar suda beklemiş kuru fasulyeleri aldım. hem neden ıslatıyorduk ki? belki de bu gereksiz bir zaman kaybıydı. belki de ıslatmamıza gerek yoktu. belki bize yanlış öğretmişlerdi. evet evet. hem 15 dakika da yeterdi, akşamdan suya koymak da neyin nesiydi?

soğanları doğradım, domatesleri kabuklarını soyarak küçük küçük kestim. biraz yeşil biber, biraz salça, yağ, tuz... düdüklü tencereye koydum, fasulyeleri ekleyerek üzeri kapanacak kadar da su doldurdum. herşey hazırdı. kapağını kapadım. beklemeye başladım. 15 dakika sonra tencere tıslamaya başladı, altını kısıp bir 10 dakika daha bekledim. o kadar umutluydum ki, tencereyi soğutup kapağı açtım. hemen çatalla tadına baktım. hala misket kadar serttiler. olsun. moralimi bozmayıp aynı şeyi bir daha yaptım. 30 dakika sonra fasulyelerin hala misket kıvamında olduklarını görünce hayal kırıklığına kapıldım. bir 30 dakika daha pişirdim. sonuç yine aynıydı. ama bu sefer bazılarının kabuklarının soyuluyor olması bende bir umut yarattı. böylece geçen 3 adet 30 dakikadan sonra tencerenin içinde ne soğan, ne domates, ne de biber kaldı. ama hala çin seddi gibi duran fasulye taneleri.

yaklaşık 4 saattir pişiyorlar. inat ettim. şehrin tüm doğal gazını bitirsem de pişireceğim onları. pişmezlerse de öyle yiyeceğim. inat ettim. velhasıl kuru fasulyeleri akşamdan ıslatmanın bir şehir efsanesi olmadığına kanaat getirerek, mythbusters edasıyla bunu ispatladım. neymiş efendim? akşamdan kuru fasulyemizi ıslatıyor, öyle pişiriyormuşuz. eğer ki misket oynamak niyetinde değilsek...

24 Tem 2008

karabasan


bir şeyler oldu. hala da oluyor. tüylerimin dikenliği mi sorun? bir şeylerin gördüğüm üzere ters olmaları mı? rüyalarla gerçeklerin tekrar kesişmesi söz konusu. tam da zamanını buldular değil mi? ben bu kadar yalnızken, kelimelerle bu kadar az ifade edebiliyorken, yazamıyorken, istediğim gibi yazamıyorken. evet tam zamanını buldular.

çok garip ki yaklaşık bir aydır uyurken kasılıyorum. evet yalnış duymadınız. tamamen kaskatı kesiliyorum. vücudumu saran bu siyah dumana halk arasında karabasan deniyor. bazen kendisi ile mücadele edip onu yenebiliyorum ama bunun tam yolunu öğrenebilmiş değilim. tıbbi olarak vücudun paralize edici salgısı ile, uyanan zihnin çakışması sonucunda geçen zaman olarak ifade ediliyor. yani zihin kısmen uyanıyor fakat beyin, bir şekilde vücudu uyurken hareketsiz kılmak adına salgıladığı sıvının etkisinden kurtaramıyor. mantıklı elbette. ama işin ardında daha ruhani şeyler olduğunu düşünüyorum. herşeye mantıki ve maddi bir neden bulma zorunluluğum var işte bu şekilde. hal böyleyken karabasan ile mücadele yolları arıyorum zira vücudumu kaskatı kesip de gözlerimi kapadı mı zaman kendi algısını yitiriyor. yüzyıllardır ordaymışım hissi veriyor. kesif bir uğultu ve ne garip ki dua ettiğimde de daha da şiddetleniyor.

bazen karabasanın (en azından bende) biraz acemice davrandığını düşünüyorum. bu kendisine yapılmış bir saygısızlık değil. mantıklı düşündüğümde, son günlerde bu kadar sık geliyor olduğundan yola çıkarsam, tekrar geleceğini adım gibi biliyorum. eh madem onun gelmemesini sağlamayacak eleştirmem, veya nasıl olsa bundan korunabileceğim bir şey yok. o halde korkmanın manası da yok. acemice davranmasının nedeni şu: bir kaç kez onu altettim. evet. bedenimi kapatıp da zihnimi dondururken biraz vakit harcıyor. bu anlarda bazen bedenimi elden kaçırıyor. bazen de zihnimi. işte o sırada kendisiyle mücadele ediyorum. hani küçükken birinin elimizden bir şey aldığı durumlarda iki taraf da alınan şeyin bir ucundan tutup, "benim" diye çekiştirirler ya. aynen bu şekilde karabasan ile ben, bedenim üzerinde o çekişmeyi yaşıyoruz. çokça o kazanıyor. bir kaç kez ben kazandım. o beynimle uğraşıyordu, ben yavaşça beynimi dondurmuş gibi yaptım. bedenim zaten donuktu, fakat ne garip bir an bedenimi unuttu, zihnime odaklandı. tam o sırada bütün varlığımla kendimi çektim. biraz şaşırmış, biraz üzgün, pelerini yerde sürünerek gitti. resmen bu gidişini gördüm. bu yüzden son zamanlarda bana daha fazla ihtimam gösteriyor. bir keresinde de tam anlamıyla donduramadı beni. başaramadı. odanın içinde yarı felçli bir şekilde ayaklarımın üzerinde kaydığımı hatırlıyorum. kapıdan tarafa bakamıyordum çünkü orda benim karabasana yakalanma nedenim vardı. fakat geri geri yürürken kapıyı bulamıyordum. kesinlikle eline yüzüne bulaştırdı o gece karabasan işini... o da ben de. yani yaklaşık yarım saat odada geri geri yürüyüp, üst kısmım felçli bir şekilde oraya buraya çarpmak yerine, bir kaç dakika olduğum yerde yatabilirdim değil mi? yok. ille bir çıkıntılık yapacağım. velhasıl o gece artık benle uğraşmadı daha fazla, bu sefer daha sert bir şekilde kızgın gitti. ben hemen arkamı döndüm. bir şey yoktu. ama olduğunu biliyordum. bana kalan diken diken olmuş tüyler, biraz kalp çarpıntısı, bolca heyecan korku karışımı, ve yalnızlığa edilen küfürler oldu. tabii bundan önce rüyamda bir kaç şey gördüm ki, o da tüm bunların büyük bir kısmına neden olmuş olabilir. onları sizinle paylaşmayacağım.

karabasanın dışında "hiaa" diye uyandığım da çok oluyor. benzer bir şekilde eskiden olmayan ve uyku kalitemi düşüren her şey bu aralar bende. neden bilmiyorum fakat galiba bir yerlerde birilerini mutsuz eden şeyler yaptım acısını çekiyorum, veya birileri bir yerlerde beni mutsuz eden şeyler yapıyor da bundan haberdar ediliyorum diye düşünüyorum. sanırım birilerinin karabasanlarını üzerime almayı o kadar çok diledim ki, karabasan onlardan bana geldi en son kertede. kendileri hala mücadele ediyorlar mı uykularında karabasan ile bilmiyorum. zira bilmek de istemiyorum. çünkü artık ben mücadele ediyorum. velhasıl dosttan gelen başım üzerine.

en nihayetinde kendimi yokladığımda bundan, yani karabasandan korkmadığımı düşünüyorum. aksine, gerçeklerle önüme siyah bir perde oluyor çoğu zaman. bazı gerçekleri bileceğim, zihnimi onlara kanalize ettiğim zaman devreye giriyor, o gerçekleri bilmeyi kaldıramayacağım düşünerek kafamı o gerçeklerin aksi tarafına çeviriyor. veya o gerçeklerin koruyucusu o. bilmiyorum. bildiğim bir şey var ki ondan korkmuyorum. ürktüğüm doğru. ama korkmuyorum.

bu gece değişik geldin. ne zoruna gitti bilmiyorum. belki seni tanımlayıp yenme yollarını bulabileceğimi hissettiğin için bu kadar değişik geldin bilmiyorum. korkmamı istiyorsun biliyorum. dua okutmuyorsun, her şekilde aciz bırakmak istiyorsun. o halde madem sen dua okutmayarak Allah ile aramıza giriyorsun, ben de sırlarını buradan herkese yayarak oyunu senin belirlediğin kurallara göre oynuyorum. ey ahali korkmayınız. korkmayınca daha çabuk gidiyor kendisi. korku çöreklenmek adına yer yapıyor çöktüğü boğazlarda. kurtulmaya çalıştıkça hırçınlaşıyor. geçen bileklerime tırnaklarını geçirdi. uyandığımda yedi adet tırnak izi vardı bileğimde. (neden yedi olduğunu bilmiyorum.) bu sizin kişiliğinize göre değişiyor tabi. eğer teslimiyetçi biriyseniz direnmemeniz yararınıza. ve son olarak geldiğinde sakın zamana odaklanıp da kurtulacağınız anı düşünmeyin. tadını çıkarın. herkes hayatında marjinal olmak ister. ben hep klasik bir adam oldum. hiç uçuk kıyafetlerim olmadı. hep gömlek pantolon, kısa kesilmiş, yandan ayrılmış saçlar. işte benim marjinal olabilmek adına elime geçmiş tek fırsattı karabasan. bu yüzden en iyi şekilde değerlendiriyorum bunu. yoksa kim siyah, yüzünü göstermeyen ve herkesin kabusu olan bir manyakla eğlenebilir ki? sonuç itibariyle ondan korkmuyorum. gelmemesi tercihim. çünkü beni yoruyor. ama ondan korkmuyorum.

yalnızım... lakin korkmuyorum. inat değil mi kardeşim? kork-mu-yo-rum!!!

21 Tem 2008

freedom

(seni kandırdım..) diyen
bir küçük çocuk
yalnız bir martı
çalıntı bir kayık
ve aşk...

(bunu bi daha yapma...) diyen
bir yaralı yürek
bol deniz tuzu
açılmış iki kol
ve aşk...

ve aşıksan, özlemişsen dört dörtlük
işte tam da budur özgürlük!!!

özledim...

15 Tem 2008

Küçük Tayyareci (*)


Şimdi henüz yerdeyim
Çünkü küçüktür yaşım
Fakat yarın olacak
Bulutlar arkadaşım
Tayyarem yükseldikçe
Göğe değecek başım

Küçük kuşlar havada
Akıp giderse nasıl
Ben de öyle semada
Uçacağım muttasıl

Bana gökte yıldızlar
Elini uzatacak
Tayyarem bulutların
Kucağında yatacak

Sesimi duyanların
Kalbi sık sık atacak
Görenler kaldıracak
Başlarını havaya
Ben böyle yükseldikçe
Yaklaşacağım aya

Mavi boşluk içinde
Süzülüp akacağım
Kocaman gözlüğümü
Başıma takacağım

Sırtıma giyeceğim
Ceketimi meşinden
Daima koşacağım
Bulutların peşinden

Pervanemiz durmadan
Hep çalışır çabalar
Muharebe olursa
Savururuz bombalar
Tayyareci yapacak
Çocuğunu babalar

Düşman artık bu küçük
Tayyareciyi tanı
Kanatları altında
Saklayacak vatanı

11 Tem 2008

la nausee (*)

tek gerçek var olmaktır. tek elimizdeki bu. ölmek yok olmak mıdır? hayır! varolmanın boyut değiştirmesidir ölüm. görmek birşeyi var kılmakta mıdır? hayır! eğer ki görmek var kılmaksa, görecelilik diye birşey olmazdı hayatta. yaşamak var olmak mıdır? belki! varolmanın sadece olmak olduğu düşünülürse evet, varolmanın bir şekilde istenilen düzeyde varolmak olduğu düşünülürse hayır!

midemden gelen bu sıkıntıları bastırmam, onların olmadığı anlamına gelmiyor. gayet de varlar. nedenleri de var. kolumu kaldıracak gücüm olmaması; hayatımdan geçenler, gidenler, kalanlar, tırmalayanlar, yoranlar, çizenler, atanlar... hepsi varlar. ben de varım. birileri yok ben varım. birileri var ben yokum. birileri yok, ben yokum. yoruldum bulantı herşeyden, buraya yazdıklarımı silmekten, seni beklemekten... çık artık dışarı



(*) bulantı... jean paul sartre

17 Haz 2008

Sethudo ile Film Eleştirileri - 1: Mavi Boncuk


Mavi boncuk, 1974 yılında Ertem Eğilmez yönetmenliğinde çekilen bir Türk filmi. Elbette Türk sineması içinde aynı tarzda bir çok film gibi çok sıcak bir dokuya sahip ve bu sıcaklık sayesinde defalarca izlese de insan yine kendinden bir şey bulabiliyor bu filmde. Ancak Mavi Boncuk’u diğer Türk filmlerinden ayıran (kanımca) bir çok neden var. Öncelikle hiçbir Türk filminde senaryo ile karakterlerin uyumu, karakterlerin ekranda görülme sıklıklarının ayarı, film müziklerinin film sahnelerine uyumu bu kadar üst düzeyde değil. Filmi sıcak ve büyülü yapan özellikler aslında bunlar. Yoksa Kemal Sunal’ın kör taklidini sahici yaparak düşmesi, Zeki Alasya’nın postacı kılığında Gazino sahibi ile diyalogları veya Metin Akpınar’ın pamuğu ağzına dayayıp bayılması değil bu filmi güzel yapan. Bunların hepsinin başarılı bir armoni ile izleyiciye verilmesi söz konusu. Filmin içindeki ayrıntılar. Ki ayrıntı seviyorsanız eğer, Mavi Boncuk filmi sizin için tam bir ayrıntılar cenneti. Metin Akpınar’ın patates soyduğu sahnede, Emel Sayın’ın bıçağı Akpınar’ın elinden alırken tükürüyormuş gibi yapması, Yine Metin Akpınar’ın soğan doğrarken ağlaması üzerine Emel Sayın’ın gelerek: “Ne o, şarkı mı dokundu” demesi ve filmin ortasında Mavi Boncuk şarkısı eşliğinde biz Emel Sayın’ın ev halkıyla kurduğu sıcak ilişkiyi gözlerken, Metin Akpınar’ın duyulmasa bile aynı sözleri şarkı içinde söylemesi. Tam bu sırada “benim gönlüm ondadır” şarkı sözünün ekrandan duyuluyor olması. Yakışıklı ile Emel’in tam da “herkesle dost ol herkesle arkadaş” şarkı sözünde merdivenden inerken çarpışmaları. Bu ironinin daha sonra puslu aynada göz göze gelen Yakışıklı ve Emel’in, çaresiz ama mutlu bakışları esnasında “herkes sevmeye sevilmeye muhtaç” sözüyle giderilmesi… Emel’in odasının pencerelerine tahta çakarlarken, Kemal Sunal’ın çekici pencereye vurarak kırması üzerine, Zeki Alasya’nın “ver ulan şunu çekil kenara eşşoleşşek” demesi, bu küfrü tam da duruma uygun ama bir o kadar da yüzeysel söyleyerek gerçek yaşamda aynen olacağı gibi durumu oynaması. Evet ortada bir oyun var. Salt romantik bir oyun. Bir sürü adamın içinde bir kadın ve bu kadına, O’na aşık olan adam dahil, kimsenin cinsel herhangi bir yönelimi, bu konuda herhangi bir düşünce veya teşebbüsü yok. Bilakis Emel Sayın’ın halıdan çıkarılırkenki sahnede bu, üstüne basıla basıla bertaraf edilmiş. Mavi Boncuk işte bu noktalarda diğer Türk komedi filmlerinden ayrılıyor. Çünkü ortada bir durumun tertemiz ortaya konulması, kişisel komiklikler dışında, ayrıntılarla örülmüş bir komedi anlayışı var ki, çok fazla Türk filminde bu öğelerin hepsi mevcut değil. Kemal Sunal’ın “arabayı tek başıma ittim” demesine, Metin Akpınar’ın “peki arabayı kim kullandı” demesi ve Sunal’ın o diğer filmlerinden bildiğimiz ifadesi bunun en güzel örneği. Zekice tasarlanmış bir esprinin üstüne yerleştirilmiş kişisel özellikler ve bunun topluca izleyiciye sunulması.

Bu sahnelerin yüzlercesini söylemek mümkün. Zira hepsi bir bütünün parçaları gibi. Hepsi muazzam bir kurgu içerisinde birbirlerine bağlı ve bu bağlılığı yaratan ana hikaye veya karakterler değil, bu bağlılığı yaratan ayrıntıların bu film içinde çok kuvvetli bir şekilde heryere tam doğrulukla serpiştirilmiş olmaları. Gazinoyu tamir ederken, "Metin Akpınar'ın aşıklar gelse yeter gafı" Bunun üzerine Zeki Alasya'nın mimikleri, Münir Özkul'un konuyu toparlaması, yemek esnasında "Bu ucuz gazinolarda program yok" diyen Zeki Alasya'ya "Programın kralı var...Emel Sayın" diyen Mıstık'ın, sanki hiçbirşey olmamış tavrı, Kemal Sunal'ın aşk acısı çeken yakışıklıya kendine has, "ben bilirim senin içinden geçenleri" edalı muzip bakışı, Baba Yaşar'ın gerçekten baba olduğunu içtiği sek rakı ve gözlerindeki buğu ile anlatması, Metin Akpınar'ın utangaç ama içten hüznü. Hepsinin kendi üzüntülerini arkaya atarak Yakışıklıya desteği... Tabii filmi en güzel tamamlayan şey de, son sahnesinde Emel Sayın’ın boğaza nazır lokantaya gelmesi ve kameranın artık gazinonun dışına çıkarak, filmin kahramanları ile aramıza mesafe koyması. Bence muhteşem bir kamera oyunu ile izleyiciye verilen: “Onlar artık kendi hayatındalar, siz artık kendi hayatınızdasınız” mesajı. Az evvel Yakışıklı ve diğerlerinin Emel Sayın dinlerken taşıdıkları acıya ortak olan bizler, biraz hüzünlü de olsa, eksik parça Emel Sayın’ın da tamamlanmasıyla artık uzaklaşıyoruz ordan. Çoğu Türk filminde mutlu son var. Ama sadece Mavi Boncuk hüzünlü bir mutlu sonu bu şekilde bir bitişle verebiliyor. Olmaz Böyle Şey...

Tüm bunlardan sonra iddia edebilirim ki, Mavi Boncuk Türk Sinema tarihinin en güzel filmidir. Bu benim şahsi kanaatimdir. Katılıp katılmamak serbesttir.


Olmaz böyle şey, yoksa rüya mı
Tam mutlu oldum derken yıktın bütün dünyamı
Ben bu dertten ölürsem, söyle küçük bey
Hiç mi kalbin sızlamaz olmaz böyle şey

8 Haz 2008

Aramızda...


Her sabah elimden tutarak, içimdeki “çocuksu sızıyla” beni okula götüren bir adamdı o. Yoğun trafikte saydığımız vos vos arabalarının sayısı hep aklındaydı. Ben çocuk halimle otobüsün orta yerinde “bi tane dahaaaa…gördüüüm…bi tane dahaaaa” diye bağırdığımda O hep, “bağırma, aramızda” derdi. Aramızda… Aramızda yaklaşık yirmi altı yaş vardı. Sonra ben otobüslerin sabah işkencelerini kaldıramazdım, mide bulantısı eşliğinde varmamız gereken yere gelmeden inerdik. Sonra tekrar binerdik midemdekileri çıkaramayınca. Bu genelde her sabah sürüp giderdi. O saçlarımı ısırırdı sevgisinden, ben huylanırdım O’nun sıcak nefesinden…

Sırtına koyduğu yastık eşliğinde maç izlerdik hafta sonları. Ben solundaki koltukta uzanarak izlerdim. O istisnasız her seferinde yere otururdu. Çok sevdiği bir fincan çayı da yanına alıp, büyük bir dikkat ve heyecanla seyrederdi “siyah ve beyaz” formalı adamları. Uçsuz ve bucaksız sorularımı bazen sabırla, bazen sabırsız bir eda ile yanıtlardı. “yenildik ama ezilmedik değil mi?” “iyi oynuyoruz değil mi?” “yeneriz değil mi?”...


Her sabah, okula gidecekken yıllar boyunca iki adet tereyağlı ve ballı ekmek yanında bir çay hazırlamış olurdu bana. Her akşam ise bir bardak sütle kapımı çalardı. Sütü getirirken bana çaktırmadan en tepesinden bir yudum almayı da ihmal etmezdi. Kendine özgü bir sevme tarzı vardı. Yüzüme üç kere hafifçe dokunup, bir makas alırdı. Sonra bir kez daha üç kere dokunup bir makas daha alırdı. Ve bunu üç kere yapardı. Pembe ve güzel elleri her daim değişik kokardı. Huzurun ve güvenin kokusuydu bu.


Hep kendinden önce bir yere koydu beni. Her defasında ısrarlı bir şekilde kendisi için değil de benim için uğraşırdı. Bazen izin alır, saatlerce sınav takvimi hazırlardı bana. Bazen de saatlerce yanıma oturup bana ders çalıştırırdı. Mutlu olduğu zamanlarda hep bir çocuk gibi koşarak çıkardı apartmanın merdivenlerini. Kendi kendine konuştuğu olurdu bazen. Çocuktu aslında; daha çok ben, ama bazen de O. Şiir okurdu sonra… Güzel de okurdu bir sürü şiiri ezberinden. Sesini titreterek, ağır ağır hakkını verirdi mısraların. En çok takım elbise yakışırdı ona. En çok da mavi. Özenle seçtiği kravatlarının üstünde, kendine has ve sürmeyi hiç ihmal etmediği parfümüyle o kadar hoş görünürdü ki, bir kıyafetin bir insanda bu kadar güzel duracağının ispatıydı.


Oldum olası sevmezdi sıcağı. Bunalırdı. Ama oldum olası da hep gidip gelip kaloriferlerin yanıp yanmadığına bakar, kapıcıyı arayıp da bir ton şey söylerdi. Her şeyi çok düşünür, çok hesaplar ve ona göre planlardı. Plan, O’nun hayatında vazgeçilmez, reddedilmez bir gerçekti. Hayata karşı iki düsturu daha vardı planlı olmanın yanında. Sorumluluk ve şeref. Asla ama asla taviz vermedi bunlardan. “Görev namusu” derdi, “yapman gerekeni eksiksiz, tam ve zamanında yapmaktır”. Ben O’ndan böyle öğrendiğim için sanırım, yapmam gerekenleri eksiksiz, tam ve zamanında yapamadığım için hep sıkıntı duydum bazen. Her insan hayatında belli bir zaman, belli bir yerde, belli sebeplerle kaytarırdı. Ama O’nun bir şekilde yapması gerekenlerden kaytardığını hiç görmedim. Sigara içmeyi severdi. İçkiyle ise arası hiç olmadı. Sigarayı da sorumlulukları çerçevesinde iradesini kullanarak anında bıraktı.


Aramızda yirmi altı yaş vardı. Çocukken kucağında saydığımız kaplumbağa vos vos arabalarından sonra da çok şey oldu aramızda. Bir çok şey var ki hala aramızda. Değil mi? BABA...

14 May 2008

Karıncalar ilk komünistlerdir


Her ne kadar komünizm, endüstrileşmiş bir ekonomik yapının ürünü olacaksa da, doğal yaşam itibariyle karıncaların, üretim araçlarının mülkiyetini kendi sınıfsal bünyelerinde toplamaları sonucu, ilk komunistler olarak anılmalarında bir mahsur yoktur. (Bu noktada üretim toplayıcılıksa - ki her birikim süreci bir şekilde üretimdir- buna endüstriyel bir mana katma gereği yoktur. Bu anlamda da üretim araçları karıncanın kendi organlarından mütevellittir) Yaratılışın proleterleri olarak da anabileceğimiz karıncalar, toplumsal olarak asker, işçi ve kanatlı karınca şeklinde bölünürler. Dikkat edileceği üzere, bu ayrım ekonomik tabanlı bir sınıfsal ayrım değildir. zira asker ve işçi karıncalar arasında da herhangi bir sınıf çatışması mevzu bahis değildir.


Sosyalizmin, "herkesin emeği kadar alacağı" ilkesi, karınca toplumunda ortak birikim sonucu "herkesin ihtiyacı kadar aldığı" gerçeğiyle, komünizme geçişin mantıki şablonunu bize sunar. Zira herkes ihtiyacı kadar almakta, ve bu ihtiyacın giderilmesi aşamasında herkes kendi emeği oranında sorumlu olmaktadır.


Kraliçe karıncanın varlığı, monarşik bir olgu gibi görünse de, karar mekanizmasında çok işlevsel değildir. O sadece karınca toplumunun üremesi için kendi emeğini sunmakta, ve birikimden pay almaktadır. (Karıncalar sevişerek üreseydi, bu sistemin ortaya çıkabilmesi mümkün olur muydu? Emin değilim) Belirttiğim gibi, kraliçe karıncanın monarşik bir çerçevede görünmemesi, karınca toplumunda devlet olgusunun da, sınıfsal çelişkiler giderildikten sonra ortadan kalktığının bir kanıtıdır. Tıpkı komünist düzende, bir yerden sonra devletin ortadan kalkacağı fikri gibi. Ayrıca karınca toplumu daha da ileri giderek, para kavramını, dolayısıyla algı ve sembollerle pekiştirilen tüketim gereksinimini de aşmış, daha ileri bir toplumsal mekanizma kurmuştur. Bu da göstermektedir ki, tez-antitez- sentez süreci bünyesinde, diyalektiksel bir algı ile, her zaman sorun yaratan "peki komünizm kendi anti tezini nasıl yaratacak?" sorusunu soranlara tokat gibi bir cevap olmuştur.


Bu perspektiften bakıldığında dünya tarihindeki ilk, tek ve belki de son komünist toplum yansıması olarak karıncaları göstermek hiç de abes değildir.


26 Mar 2008

Gazel


gün de geçmek bilmez olmuş, her anım
derdi çekmek,böyle zormuş anladım

saçlarından bilseler ah elime
ne soğuklar düşer aşktan günahım

gece saçlım, siyahından tükenen
ellerimdir okşamaktan feryadım

gecelerden kaçmak olmaz çekilen
derdin olsun, ölmek olsun imdadım

efelerdir yüreğinden el veren
bana yoksan, efe olmak ne lazım

güze döndüm, geçse günler ne olur
güzde mevsim dönsün artık muradım

kaçmalıydım ilk görüşten o günde
kaçmak olmaz,efe kaçmaz be ahım

aşka eyvallahı sokmak zor imiş
efe oldum, böyle sürsün o namım

kara taştan,oda zindan duvarlar
gül sesinden sıva olmuş endamın

gözlerinden bir bakıştan tutunsam
yırtsam atsam hasretinden usandım

yazmak olmaz kötü şeyler sevdama
bedenimden ellerimden utandım

siyahından hak edendir parlamak
o ışıktır saçlarından yaşamım

ah gülüm sen,sen de bildin hasreti
hasretinden kurtaracak duanım

aşık osman yine kandın şaraba
aşkı sarhoş, gönlü sarhoş olandım

[failatün(feilatün)/failatün(feilatün)/failün(feilün)]

Sonnet 1

When I pass my fingers, your hair shines
A black lightning flashes through my eyes
The night is a woman’s black hair tonight
And dark is wrapped all over my sight
Do come to my lonely dark night, do dare
The cold spread to my hands from your hair
The owl has eyes to light the black air
The graves I lie, deadly eyes I stare
Come when the sun steps down the sky
With your pitty black long hair that i die
Every poor night does who suffer the black pain?
Does who know the loss of a certain gain?

You are dead and your grave stands in the night
Alone dead souls are your hair that i fight.

14 Mar 2008

İskambil

Biz iki iskambil kağıdıydık. Sırt sırta vermiş çocuk evleri gibi dayanmıştık birbirimize, üflesen yıkılacaktı. Rüzgar güzel esiyordu…

***

Sağ yanımda her sabah acı bir eksiklik ile uyandığım günlerde tanıdım onu. Sincap veya bir tavşan olmalıydı. Aksanını buruştururcasına konuştuğu dakikalarda gerçekten de bir sincabın ya da beyaz bir tavşanın yüzüne benziyordu. Işıl ışıl gözlerle, büzüşük dudaklarından hafifçe çıkartarak şımarırcasına yüzüme baktığı dişleriyle yine bir “harikalar dünyası” masalı anlatıyordu. Ben hafifçe buğulanmış gözlerimle elimi daldırdığım mısır sepetinin içinden seçtiğim en yumuşak mısırı, gülümseyerek ona fırlattım. Gülümseyerek kafasını masanın üstüne koyup ellerini saçlarının üstünde birleştirdi. Kendini atacağım mısırlardan koruyordu sözüm ona. Oysa bilmiyordu ki kendini koruduğu o kadar şey arasında bir mısır tanesi; (Patlamış veya patlamamış olması mevzubahis değil) ona zarar verebilecek en son şeydi. Bir şeylere kırgındı belli. Veya artık bir şeyleri üstüne giydiği çizgili kıyafetler gibi paralel yaşamaktan sıkılmıştı. Hep teğet geçmişti bir şeyler. Ve o artık dimdik açılarla kessin istiyordu yaşam çizgisi, aşk çizgisini. Kafasını kaldırınca yüzündeki ifade çok uzaklarda belirdi. Geçmişten kalan bir şarkıyı, geçmişten kalan bir an gibi yaşamış, belki de kafasını kaldırdığında gözlerini sımsıkı açarak “o geçmişte” yeniden varolmayı istemişti. Elimi dibinde iki yudum kalmış bardağımın üstüne koyarak, biraz da aklı dağılsın diye konuştum.

- Ne zaman gidiyoruz Norveç’e hacım? Hem bak beni fırında pişirip yemeyeceğine de söz verdin. Hem saçlarımın sol yanını griye boyayıp, acayip entellektüalitemle, fiziksel muazzamlığımı birleştirerekten…

Güldü. Bu sefer o iki mısır tanesini bana fırlattı...

- Gideriz usta. Gideriz.

Hep gitmekteydi aklı. Kırmızı tuğlalı bir yapının önündeki yosunlu iskelede, ayaklarını şehrin ortasından geçen nehire doğru sarkıtıp, kenar mahallelerin pis kokuları eşliğinde sigara içmek istiyordu, üstündeki şatafatlı köprüye inat olsun diye.

***

Serin bir parkın bana göre güney yamacında oturduğumuz banka bir soğuk rüzgar esti. Az evvel anlattığı anıları kendiminkiyle kıyaslarken, onun astral olarak ordan gittiğini fark edememiştim. Kendiyle kalmış bir kedinin kızgınlığıyla, hapsolduğu duvarları tırmalıyordu. “Biraz zaman ver kendine” diyebildim. Ne kadar doğru olduğunu düşünsem de, hayatın anlamını isteyen gözlerle baktı yüzüme. Ona göre hayatın anlamını orda bilmeli ve bir kahve falından daha kesin söyleyebilmeliydim geleceği. Ve hatta tüm bunları, onun umutsuzluğunu tekmeleyerek yapmalıydım. Yalnız kalması gerektiğini benim sözlerimi de söylemeye başladığını fark edince anladım. Yıldızlarla konuşuyordu. Evet! Ne kadar küçüktü değil mi yaşadıklarımız, bir sokak lambasının altında selam çakıp karanlığa yürüyen bir şovalyenin keskinliğinin yanında, veya kırpışan yıldızlardan bize el sallayan uzaylılarla aramızdaki mesafelerle kıyaslandığında…

Biz iki iskambil kağıdıydık. Sırt sırta vermiş çocuk evleri gibi dayanmıştık birbirimize, üflesen yıkılacaktı. Rüzgar sert esiyordu. Çizgili kıyafetli çocuk, üflemedi evlere her çocuğun zalimliğine inat. İkinci katı da çıkacağım dedi. Bir rüzgar esti sertinden. Ve bir maça valesi aldı eline, muzip bir gülümseme ile baktı. Paralel çizgilere dim dik açılarda günler gelecekti. Biliyordu…