26 Mar 2008

Gazel


gün de geçmek bilmez olmuş, her anım
derdi çekmek,böyle zormuş anladım

saçlarından bilseler ah elime
ne soğuklar düşer aşktan günahım

gece saçlım, siyahından tükenen
ellerimdir okşamaktan feryadım

gecelerden kaçmak olmaz çekilen
derdin olsun, ölmek olsun imdadım

efelerdir yüreğinden el veren
bana yoksan, efe olmak ne lazım

güze döndüm, geçse günler ne olur
güzde mevsim dönsün artık muradım

kaçmalıydım ilk görüşten o günde
kaçmak olmaz,efe kaçmaz be ahım

aşka eyvallahı sokmak zor imiş
efe oldum, böyle sürsün o namım

kara taştan,oda zindan duvarlar
gül sesinden sıva olmuş endamın

gözlerinden bir bakıştan tutunsam
yırtsam atsam hasretinden usandım

yazmak olmaz kötü şeyler sevdama
bedenimden ellerimden utandım

siyahından hak edendir parlamak
o ışıktır saçlarından yaşamım

ah gülüm sen,sen de bildin hasreti
hasretinden kurtaracak duanım

aşık osman yine kandın şaraba
aşkı sarhoş, gönlü sarhoş olandım

[failatün(feilatün)/failatün(feilatün)/failün(feilün)]

Sonnet 1

When I pass my fingers, your hair shines
A black lightning flashes through my eyes
The night is a woman’s black hair tonight
And dark is wrapped all over my sight
Do come to my lonely dark night, do dare
The cold spread to my hands from your hair
The owl has eyes to light the black air
The graves I lie, deadly eyes I stare
Come when the sun steps down the sky
With your pitty black long hair that i die
Every poor night does who suffer the black pain?
Does who know the loss of a certain gain?

You are dead and your grave stands in the night
Alone dead souls are your hair that i fight.

14 Mar 2008

İskambil

Biz iki iskambil kağıdıydık. Sırt sırta vermiş çocuk evleri gibi dayanmıştık birbirimize, üflesen yıkılacaktı. Rüzgar güzel esiyordu…

***

Sağ yanımda her sabah acı bir eksiklik ile uyandığım günlerde tanıdım onu. Sincap veya bir tavşan olmalıydı. Aksanını buruştururcasına konuştuğu dakikalarda gerçekten de bir sincabın ya da beyaz bir tavşanın yüzüne benziyordu. Işıl ışıl gözlerle, büzüşük dudaklarından hafifçe çıkartarak şımarırcasına yüzüme baktığı dişleriyle yine bir “harikalar dünyası” masalı anlatıyordu. Ben hafifçe buğulanmış gözlerimle elimi daldırdığım mısır sepetinin içinden seçtiğim en yumuşak mısırı, gülümseyerek ona fırlattım. Gülümseyerek kafasını masanın üstüne koyup ellerini saçlarının üstünde birleştirdi. Kendini atacağım mısırlardan koruyordu sözüm ona. Oysa bilmiyordu ki kendini koruduğu o kadar şey arasında bir mısır tanesi; (Patlamış veya patlamamış olması mevzubahis değil) ona zarar verebilecek en son şeydi. Bir şeylere kırgındı belli. Veya artık bir şeyleri üstüne giydiği çizgili kıyafetler gibi paralel yaşamaktan sıkılmıştı. Hep teğet geçmişti bir şeyler. Ve o artık dimdik açılarla kessin istiyordu yaşam çizgisi, aşk çizgisini. Kafasını kaldırınca yüzündeki ifade çok uzaklarda belirdi. Geçmişten kalan bir şarkıyı, geçmişten kalan bir an gibi yaşamış, belki de kafasını kaldırdığında gözlerini sımsıkı açarak “o geçmişte” yeniden varolmayı istemişti. Elimi dibinde iki yudum kalmış bardağımın üstüne koyarak, biraz da aklı dağılsın diye konuştum.

- Ne zaman gidiyoruz Norveç’e hacım? Hem bak beni fırında pişirip yemeyeceğine de söz verdin. Hem saçlarımın sol yanını griye boyayıp, acayip entellektüalitemle, fiziksel muazzamlığımı birleştirerekten…

Güldü. Bu sefer o iki mısır tanesini bana fırlattı...

- Gideriz usta. Gideriz.

Hep gitmekteydi aklı. Kırmızı tuğlalı bir yapının önündeki yosunlu iskelede, ayaklarını şehrin ortasından geçen nehire doğru sarkıtıp, kenar mahallelerin pis kokuları eşliğinde sigara içmek istiyordu, üstündeki şatafatlı köprüye inat olsun diye.

***

Serin bir parkın bana göre güney yamacında oturduğumuz banka bir soğuk rüzgar esti. Az evvel anlattığı anıları kendiminkiyle kıyaslarken, onun astral olarak ordan gittiğini fark edememiştim. Kendiyle kalmış bir kedinin kızgınlığıyla, hapsolduğu duvarları tırmalıyordu. “Biraz zaman ver kendine” diyebildim. Ne kadar doğru olduğunu düşünsem de, hayatın anlamını isteyen gözlerle baktı yüzüme. Ona göre hayatın anlamını orda bilmeli ve bir kahve falından daha kesin söyleyebilmeliydim geleceği. Ve hatta tüm bunları, onun umutsuzluğunu tekmeleyerek yapmalıydım. Yalnız kalması gerektiğini benim sözlerimi de söylemeye başladığını fark edince anladım. Yıldızlarla konuşuyordu. Evet! Ne kadar küçüktü değil mi yaşadıklarımız, bir sokak lambasının altında selam çakıp karanlığa yürüyen bir şovalyenin keskinliğinin yanında, veya kırpışan yıldızlardan bize el sallayan uzaylılarla aramızdaki mesafelerle kıyaslandığında…

Biz iki iskambil kağıdıydık. Sırt sırta vermiş çocuk evleri gibi dayanmıştık birbirimize, üflesen yıkılacaktı. Rüzgar sert esiyordu. Çizgili kıyafetli çocuk, üflemedi evlere her çocuğun zalimliğine inat. İkinci katı da çıkacağım dedi. Bir rüzgar esti sertinden. Ve bir maça valesi aldı eline, muzip bir gülümseme ile baktı. Paralel çizgilere dim dik açılarda günler gelecekti. Biliyordu…