28 Nis 2009

Aşk Sigara Bira....

Aşk, sigara ve bira; birbirlerinden hem bağımsız, hem de aşırı bağımlı öğelere sahip üçlüdür.

Hiyerarşik olarak önce sigara sonra bira sonra aşk gelmektedir. Bu hiyerarşiyi sondan ele alırsak, aşık olduğunuzda sigara ve bira olmadan yapamazsınız, bira içtiğinizde aşık olmanıza gerek yok, lakin sigara içmeden yapamazsınız. Sigara içtiğinizde ise bira içmeye veya aşık olmaya gerek yoktur, kendi başına da içebilirsiniz. İlk bakışta çok tutarlı bir bağ gibi görünse de, arada dikey ve yatay geçişler söz konusu olabilmektedir. Şöyle ki, fazla bira içildiğinde, bir kadına aşık olunması dikey bir ters hareketlilik iken, bu aşkın bira ve sigara tüketimini arttırması da yatay bir ters hareketlilik olarak görülecektir.

Velhasıl günün her saatinde başarıyla birbirine eküri olabilecek bu öğeler, bir müddet sonra insan yaşamının vazgeçilmez parçaları olarak da karşımıza çıkacaklarıdır.

Sonuç itibariyle alkol insan beyninin çalışma prensiplerini değiştirerek size geçici çözümler üretebilen bir mekanizmadır. Çoğu yerde çare değildir derler. Yalan! siz kendi kafanızın ters çalışmasını düzeltip, içip sıçmadan daha sağlıklı ve sakin kararlar verebiliyorsanız, alkol bu anlamda gayet iyi bir katalizördür.

Sigara zararlıdır. İçmemek gerekir. Ama bir deniz kenarında, veya bir bahar akşamı yeşil çimenlere uzanıldığında mavi mavi gökyüzüne üflenmesinin de keyfi başkadır.

Aşksa hepsinden zararlıdır. Sigarayla biranın 4 yılda verecekleri komple zararı 2 haftada verebilir. İnsandan 11 kiloyu derhal çekip alabilir. Karşılığında da tek yaptığı şey naniktir. İşte kahrolası, bunu öldürmenin tek yolu da bira ve sigara. İşin kötüsü bazen daha da hortlar ,kişi onu öldürecek bu iki şeyi aldığında.

27 Nis 2009

Aylaklık erdemdir*



"Çalışma" kavramı hepimiz için hayatımızda en önem verdiğimiz kavramlardan bir tanesi. Hal böyle olunca hepimiz işimizin ve mesleğimizin peşinde belki de kendi hayatlarımız hiçe sayarcasına koşturuyoruz. Peki hiç düşündük mü acaba, çalışmak, iş, çalışmamak ve aylaklık arasındaki ilişkiyi? Genellikle düşüncemizi çok fazla odaklamadığımız bir konu bu..."çalışmak" İronik olarak hepimiz çalışıyor ve bu şekilde para kazanıyoruz. Ancak çalışmak kavramının kendisiyle alakalı pek azımız kafa yoruyoruz.

Literatürdeki tüm kavramsal tanımları bir yere bırakarak çalışmayı, kişinin bedensel, zihinsel ve ruhsal eylemleriyle gerçekleştirdiği üretim sürecinin bütünü olarak tanımlayabiliriz. Bu tanım bizi çağlar boyu çalışma kavramını irdeleme açısından bütünsel bir bakışa götürebilir. Basit anlatımla kişi, uzmanı olduğu bir ürünü üretir, bunu satar, bu yolla gelir elde eder ve bu şekilde hayatını idame ettirir. Klasik anlamda çalışma kavramının yansıması bu çerçevede görülebilir. Hal böyle olunca aylaklık, kişinin çalışmadığı anların bütünü ve çalıştığı anlarda işine konsantre olmadığı zamanların bütünüdür.

Tarihsel süreçte bakıldığında aylaklığın ekonomik sistemler modernleştikçe toplumsal sınıflar arasında yatay bir şekilde dağıldığını görüyoruz. Eski Yunan'da köleler hiç aylaklığa sahip değilken, toplumun üst kademesinde konumlanan filozofların çalışma anlamında herhangi bir faaliyet göstermediklerini biliyoruz. Bu demektir ki bir filozofun sadece düşünmeye ayırdığı zamanların aylaklık olarak tanımlanmadığı, aksine çalışmaktan daha kutsal bir üretim şeklinde itibar gördüğü ve ironiktir ki, köleler çalıştığı için düşünmeye bu kadar zaman ayırabildikleri açıktır. Günümüz perspektifinden bakıldığında filozofların sistem içindeki konumları tamamen aylak, üretime katılmayan ve sistem içinde kesinlikle artı değer yaratmayan bir üretim sürecidir. O halde filozofun aylaklık ediyor olması, eşitsiz bir sistemde başka birinin aylaklık etme hakkının elinden alınmasıyla mümkün görünüyor.

Tarihsel süreç biraz daha ilerlediğinde, aylaklık ve çalışma arasında yine kesin bir ayrım söz konusu değildir. Bu süreçte çalışan kişi belirli zaman periyodlarına gereksinim duymadan işini gerçekleştirir. Mesai saatleri yoktur ve üretim sürecindeki yegane aktör kendisidir. Ayakkabı imal ediyorsa, imal edeceği ayakkabıların imal edilme şekil ve zamanını kendisi tayin eder. İmal eden kişi ustadır ve bu şekilde çalışma üzerindeki tüm denetim kişinin kendisine aittir. Aylaklık hakkı tamamen ustanın elindedir. İstediği zaman dükkanının üstündeki evine çıkıp dinlenebilir ve istediği zaman dükkanının arkasındaki atölyesinde üretime devam edebilir. Hal böyle olunca çalışma mekanı ile yaşama mekanı arasındaki mekansal birlik, kişinin aylaklık hakkını elinden almayarak, kişiyi belki de işinde daha fazla uzmanlaşmaya iten bir süreç olarak karşımıza çıkıyor.

Sanayi Devrimi ile birlikte, aylaklık ve çalışma arasındaki yatay ilişki kayboluyor. Makinalaşma ve seri üretim, atölyesinde üretim yapan ve mekansal birlik olarak aynı mekanın üst katında yaşayan ustaların sistem içinde varolma şansını ortadan kaldırarak bu ustaların işçileşmesi sürecini başlatıyor. İşçileşme ile birlikte ustalar (işçiler), iş süreçleri üzerindeki denetimlerini tamamen yitiriyor ve makinaya bağımlı kalmaya başlıyorlar. Bu da aylaklığın mekanik bir sistem dahilinde işçilerin elinden alınması durumunu ortaya çıkarıyor. Aylaklık hakkı elinden alınan işçi, belli bir zaman diliminde, belli bir birim işi yaparak, üretim sürecinin aksamaması için belli periyodlarla belli parça işleri bitirmek durumunda kalıyor. Bu süreç işçinin devamlı aynı işi yapıyor olmasından kaynaklı yaptığı işe yabancılaşma sürecini de beraberinde getiriyor. Hal böyle olunca, üretim sürecinde kişi, yaptığı iş üzerindeki tüm denetimini de kaybederek git gide vasıfsızlaşıyor. Yaptığı iş üzerinde düşünmesini olanaklı kılan bir aylaklık hakkı olmadığı için kendine de yabancılaşıyor. Bu noktada çalışma kavramı kırılarak, başta verdiğimiz tanımdan farklı bir hal alıyor. Artık kişi, sadece gelir elde etmek için çalışır konuma geliyor ve belli bir ürünün üretimindeki herhangi bir üretim girdisi konumuna indirgeniyor. Çalışma kendi doğasından saparak, kişinin tüm hayatını kapsayan olmazsa olmaz bir faaliyet konumuna geliyor. Yaşam alanı ile çalışma alanı birbirinden farklılaşıyor, üretim zamanlara bölünerek durmaksızın devam eden ve çalışan kişiyi yutan bir canavar fabrika olgusu ortaya çıkıyor.

Elbette ki yukarıda bahsi geçen fabrika aşamasında da kişi kendi aylaklığından tümüyle vazgeçmiyor. Yine makina başında bazen üretimin durmasına veya üretim kayıplarına yol açacak tarzda odak sorunları yaşıyor. İnsan olmasının doğası gereği sosyalleşme ihtiyacı içinde yanındaki ile konuşuyor, sigara içiyor vs. Ancak seri üretim; sistem içinde varolma gereği olan rekabet edebilirlik yüzünden, o kadar fazla hataya tahammül etmez şekilde gelişiyor ki, işçilerin makina başındaki anlık aylaklıkları bile sistem açısından kabul edilemez görünüyor. Hal böyle olunca Sanayi Devrimi'ne eklenen Bilgi ve Teknolojik Devrim ile birlikte, kişilerin hata yapma payları minimuma indirgenmeye başlanıyor. İşyerinde tamamen denetime haiz olan işçiler, hiçbir şekilde aylaklık hakkına sahip olamaz duruma geliyorlar. Örneğin bir fast food dükkanında kasiyer olan bir işçi, müşteriye koyacağı kolanın miktarını kendi belirleyemiyor. Çünkü sistem, işçinin kola koyarken aylaklık edip de belirli birim kolanın israf edilmemesi için, bardak hacmine göre kola koyan makinalar icat ediyor. İşçiler artık sadece bir düğme ile kola koyan, bunu servis eden vasıfsız yığınlara dönüşerek tümüyle aylaklık haklarını yitiriyorlar.

Günümüz endüstri ilişkilerinde tatil kavramı (yeni ve/veya * eski anlamıyla) çalışanlar için aylaklık açısından bulunmaz dönemler. Kişi çalışmaktan tamamen koparak, sosyal anlamda (sistemin izin verdiği ölçüde) ancak bu dönemlerde var olabiliyor. Ancak çalışma kavramının Sanayi Devrimi öncesindeki tarihinde, tatil diye bir mekanizmanın varlığını görmüyoruz. Demek ki, çalışmanın aylaklıkla bütünleştiği o dönemde, tatil diye bir kavramın gerekliliği yok. Aylaklığın kısmen mümkün olabildiği, vahşi kapitalizm sonrası refah devleti döneminde ise tatiller, nispeten daha verimli çalışmanın varlığını mümkün kılabilen dönemler. Ancak günümüzde insanlar için tatil çok elzem bir ihtiyacı betimliyor. Bu yüzden tüm tatiller kişilerin kendilerine ayırdıkları dönemler olarak ortaya çıkıyor. İşte bu yüzden artık bayramlar eskisi gibi olmuyor, kentlerde kişiler arası komşuluk ilişkileri zayıflıyor. Çünkü insanlar sadece kendileriyle olmayı seçtikleri mutlak bir dinlenme dönemine sistem tarafından itilmiş oluyorlar. Dolayısıyla insanların geleneklerini yaşatma fırsatı olan bayram ve/veya farklı gün kavramları, sistemin değişmesi ile anlamını sadece "tatil" e indirgiyor. Dolayısıyla aylaklık hakkının istismarı, kültürlerin geleneksel anlamda kendi bağlarıyla beslenmeleri sürecini de kopartıyor. Tüketim toplumuna yönelik pazarlar haline gelen geleneksel kutlamalar, tatil kavramıyla da birleşince, içleri boşalmış tatil dönemleri haline geliyor, O toplumda bunlara önem veren kişiler nezdinde fark ettirmeden anlamlarını yitiriyorlar.

Sonuç itibariyle aylaklık bence tatilden farklı bir hak. İnsanlar Salı gecesi sabaha kadar içmek isteyip, Çarşamba günü işe gitmek istemeyebilirler. Ve eminim Perşembe günü işe gittiklerinde kaybettikleri zamandan daha verimli işler yapmaya muktedir olacaklardır. Çünkü baktığımızda tüylerimizi ürperten tüm o güzel ve sanatsal işler, düşünceler veya üretimler hep aylaklık hakkı olan ve bu hakkı kullanan insanlar tarafından üretilmişlerdir. Protestan etiğinin aksine çalışmak erdem değildir. Çalışmak yeni anlamıyla sadece kaygıyı getirir. Kaygı ise kişinin yaratıcılığını köreltir. O kadar çok ve hızlı çalışıyoruz ki, ruhlarımız geride kalıyor. Kendinizi işinize vermeyiniz. Aylaklık ediniz. Çünkü aylaklık tembellik değildir. Aylaklık insanın doğasında olan, insanın yaşaması gereken bir erdemdir. Evet...

Aylaklık erdemdir!!!

* Veblen abime sevgilerimle!!!

13 Nis 2009

cobweb

Soru: İnternet sosyalleşme yaratır mı?

Az evvel bir forumda denk geldiğim bu önerme, beynimde klişe kavramlarla geçiştirdiğim bu konuyu, klişelerden uzak bir şekilde tekrar düşünmem gerekliliğine beni zorladı. Soru çok açık. Birçok insanla muhattap olduğumuz elektronik dünya acaba gerçekten sosyalleşme getiriyor mu? Buna biraz da kavramları irdeleyerek yanıt aramaya çalışalım.


Sosyalleşme, sözlük anlamı olan toplumsallaşmaktan farklı bir anlamı da barındırıyor aslına baktığımızda. Toplumsallaşmak daha politik bir anlama vurgu yaparken, sosyalleşmek geçirilen iş dışı zamanların, yalnız geçirilmediği anlamını veriyor. Burda iş (meslek) zamanının dışında vakit geçirmek hayati bir önem arzediyor. Bunun nedeni ise, iş içinde başkalarıyla geçirilen zaman her ne kadar sosyalleşme gibi görünse de, zorunlu bir biraya gelmeyi barındırdığından sosyalleşme olarak algılanmıyor. Ancak iş süreci, sosyalleşmek anlamında da büyük bir zemin oluşturuyor. Sonuçta sosyalleşme tanımında zaman geçirilen kişinin kimliğinden ziyade, o kişinin varlığı önemli hale gelmiş oluyor. İş süreci dışında kişinin iş arkadaşlarıyla zaman geçiriyor olması, onun sosyalleştiğine delalet ediyor.

İnternet ise hepimizin bildiği üzere, bilgisayar ekranından bizlere sunulan, sonsuz özgürlüğün olduğu bir alan. Resmi ve/veya gayri resmi milyarlarca bilginin havada uçuştuğu, sayısız sitenin olduğu, sınırsız erişimin yaşandığı bir boyut. İnternetin en önemli özelliklerinden bir tanesi, sanırım, kişiye sonsuzluk duygusunu, sınırsızlık hissini ve uzamsızlık düşüncesini veriyor olması. Pek tabii internetin ilk çıktığı andan beri kullanılan "sörf yapmak" kelimesi bu hissin betimlenmesinde bize ciddi ipuçları veriyor. Oysa ki tanımlananın, bize dikte ettirilenin aksine internet ne yazık ki çok da özgür bir alan vaadetmiyor bizlere. Sınırsızlık ve özgürlük durumu, en sonunda kişinin izlediği bir kaç site, bir kaç forum, veya sohbet pencerelerinde yitip gidiyor. Sınırsız ve her siteye girmek anlamında özgür kişi, sonuç olarak çok sınırlı bir kullanıcı haline geliyor. Bu noktada farklı bir yerden ama aynı mantıkla kendime şu eleştiriyi yapabilirim: "İnsan hapiste değilse, mekansal anlamda özgürse, Dünya'nın her metrekaresini gezemiyor diye sınırlı veya tutsak mı sayılmalı?" Elbette ki hayır! Zira internet kişiye beyinsel bir özgürlük vadederken, tam tersine beyinsel bir tutsaklık getiriyor. Kişinin sitelere girme anlamındaki özgürlüğü, girdiği sitelere bağımlı olması şeklinde bir davranışa dönüşüyor. Bu da doğal olarak tüketim toplumunun "sahip olunan şeyler sonuçta kişinin kendisine sahip olur" argümanıyla bire bir örtüşüyor.

Konuyu fazla dağıtmadan, tüm bu açıklamaların ışığı altında asıl sorunun irdelenmesi yerinde olacak diye düşünüyorum. Eksi ve artı yönleriyle internet; kendisine bağımlı ve/veya ucundan bucağından bulaşan insanlara bir sosyalleşme sağlayabilir mi? Benim öncelikli cevabım hayır yönünde. Ancak internet kişinin hayatını o kadar değişik bir şekilde avucunun içine alıyor ki, buna hayır diyerek kestirip atmak da çok mümkün olmuyor. Çok dar bir açıdan bakıldığında, kişinin kendi odasında yapayalnızken sosyalleşmesi diye birşey benim nazarımda pek mümkün değil. İnternet doğası gereği bir iletişim kanalı. İnternetin iletişimi kolaylaştıran özelliğini sosyalleşmeyle karıştırmamak gerekiyor. Zira sosyalleşmek iletişimi barındırsa da, tek başına iletişebiliyor olmak sosyalleşmek için yeterli olmuyor. Bunun yanı sıra internet üzerindeki iletişimlerin niteliği de internetin sosyalleşme anlamında bir araç olamayacağı yönünde kanıt diye düşünüyorum. Zira internet iletişim anlamında öyle dejenere bir tarz yarattı ki, sosyalleşme fikri insanları mutlu ederken, internet üzerindeki iletişim insanları mutsuz hale getirir olmaya başladı. Kaldı ki kim sosyalleşme fikrinden mutsuz olmak ister ki? Bu noktada akradaşlık siteleri, sohbet programları, forumlar..vs; internet üzerindeki iletişimin en fazla şekilde dejenere olduğu yerler. Bu ilişkilerin niteliği genelde altı boş, kısa süreli ve insanları normal hayatın düşünce yapısından uzaklaştırıcı şekilde ortaya çıkıyor. (Bunları kadın - erkek ilişkileri olarak tanımlamıyorum. Bu tarz ilişkiler de dahil olmak üzere, insan ilkişkilerinin geneline yönelik bir tanımlama ortaya koyuyorum.)

Normal hayat demişken, bu aralar çokça kafayı taktığım bilgi toplumu, tüketim toplumu gibi kavramların internet iletişimleri ve sosyalleşme ile yoğun olarak etkileştiğini düşünüyorum. Zira tüketim toplumu ve ekonomik sistemin değişmesi ile beraber ortaya çıkan bu ikili dünya, bir yanda iş, para, stres, pompalanan tüketim arzuları, sahte renkli reklamlar ve toplumun devamlı suretle mcdonaldslaştırıldığı(*) bir alan olan gerçek dünya, diğer yanda da bu alanda sadece piyasa ekonomisine katkıda bulunma ölçütüyle var olan insanın, normal şekilde yaşayamadığı hayatını bir nebze normalleştirsin diye kurgulanan sanal dünya şeklinde beliriyor. İlk bakışta internet insanların işine gelen, onları bir şekilde gündelik hayatın stresinden uzaklaştırıp, tutkularını kısmen de olsa gerçekleştirdikleri bir alanmış gibi görünüyor. Ancak biraz daha derin bakıldığında; düşünmeyen, dolayısıyla normal hayatındaki durum, olgu ve yapıları sorgulamayan insanları yaratan bir alan olarak maskesi düşüveriyor. Matrix filminin kurgusunu bu anlamda çok orjinal bulanlar, lütfen gündelik hayatta yaşadıkları bu sanal perdeye biraz daha dikkatli baksınlar. Sadece Türkiye üzerinden örnek vermiyorum. Dünya genelinde de bu böyle. Sistem kendisine çıkabilecek alternatifleri tamamen bu yapıyla önlüyor. İşsizlik, parasızlık, yaşam şartlarının kalitesizliği, çevre kirliliği, algı ve sembollerin insan davranışlarına negatif etkisi (Gündelik hayatta biz buna marka sevdası diyoruz) Sonuç itibariyle piyasa mekanizmasının yarattığı herşey, internet başına oturduğunda kişinin aklından siliniyor. İnsanlar bunun üzerine düşünüp akdemik çıkarımlar yapsınlar demiyorum. Zaten hiç düşünmeyen insanlar kendi yaşadıkları bununla ilgili sıkıntları bile görmezden gelir hale geliyorlar. Aynı filmdeki gibi, bambaşka bir dünyada, bambaşka tutkularla varolduklarını zannederek, sınırsız özgürlüğün(!) tadını çıkarıyorlar. Ve işin asıl ironik kısmı, internetin de piyasa mekanizmasının aslında ta kendisi olması durumu. Yani insan dış dünyada sömürülüp, sanal dünyaya mahkum edilip, burada bir kez daha sömürülüyor. Ve kimse bu sömürünün farkına varacak bilinçsel faaliyetlerini hayata geçiremiyor.

Meseleyi biraz toparlayıp sonuçlandıracak olursak, internet elbette ki yukarıda yazılanlar kadar vahşicesine mahkum edilemeyecek bir kurum. Ancak ciddi de bir propoganda, beyin yıkama ve sistemin istediği insan kalıbını üretme aracı. Hal böyle olunca kişinin facebook'tan ilkokul arkadaşlarıyla yıllar sonra tanışıp da yaşadığı geçici sosyalleşmenin(!) o kişinin hayatına olan getirisi, facebook'un aslında çok ciddi bir ticari yapılanma olduğu, kişinin bilgilerinin arşivlenmesinden, reklam ve piyasa ekonomisinin devamı yönündeki sanal bir kapital örgütlenmesi olması dolayısıyla hiçbirşey vermeden o kişiyi resmen sömürmesinin yanında çok küçük kalıyor.

"İnternet olmasaydı ne olurdu?" idi okuduğum forumun başlığı. İnternet olmasaydı insanlık daha az dejenere olmuş, daha mutlu bir kitle olurdu...