31 Tem 2008

kırık dökük dalgalı...


özledim yıkık dökük evlerin, denize açılan balkonlarını... özledim köpüklü özgür dalgaların, yıkık dökük balkonlarla dansını... ve tam karşımdan batan güneşi adalar ardından. özledim...

26 Tem 2008

kuru fasulye

öncelikle iyi yemek yaptığımı ve uzun süredir yemek yaptığımı belirtmeliyim. lakin gerek üşengeçlik, gerekse de imkansızlık yüzünden kuru fasulyeyi akşamdan ıslatamadım. aklımda hep pilavın yanına şöyle etli bir kurufasulye yapmak vardı. sabah oldu, unutmuşum. kendi kendime dedim ki; "madem ıslatmadın kuru fasulyeyi, o halde şimdiden koy suya, yarın yapar, afiyetle yersin" amma velakin, olmuş hali gözümün önüne gelince, ve yanında biraz da turşu düşleyince, bünyeyi bir açlıktır aldı. yaklaşık 15 dakika kadar suda beklemiş kuru fasulyeleri aldım. hem neden ıslatıyorduk ki? belki de bu gereksiz bir zaman kaybıydı. belki de ıslatmamıza gerek yoktu. belki bize yanlış öğretmişlerdi. evet evet. hem 15 dakika da yeterdi, akşamdan suya koymak da neyin nesiydi?

soğanları doğradım, domatesleri kabuklarını soyarak küçük küçük kestim. biraz yeşil biber, biraz salça, yağ, tuz... düdüklü tencereye koydum, fasulyeleri ekleyerek üzeri kapanacak kadar da su doldurdum. herşey hazırdı. kapağını kapadım. beklemeye başladım. 15 dakika sonra tencere tıslamaya başladı, altını kısıp bir 10 dakika daha bekledim. o kadar umutluydum ki, tencereyi soğutup kapağı açtım. hemen çatalla tadına baktım. hala misket kadar serttiler. olsun. moralimi bozmayıp aynı şeyi bir daha yaptım. 30 dakika sonra fasulyelerin hala misket kıvamında olduklarını görünce hayal kırıklığına kapıldım. bir 30 dakika daha pişirdim. sonuç yine aynıydı. ama bu sefer bazılarının kabuklarının soyuluyor olması bende bir umut yarattı. böylece geçen 3 adet 30 dakikadan sonra tencerenin içinde ne soğan, ne domates, ne de biber kaldı. ama hala çin seddi gibi duran fasulye taneleri.

yaklaşık 4 saattir pişiyorlar. inat ettim. şehrin tüm doğal gazını bitirsem de pişireceğim onları. pişmezlerse de öyle yiyeceğim. inat ettim. velhasıl kuru fasulyeleri akşamdan ıslatmanın bir şehir efsanesi olmadığına kanaat getirerek, mythbusters edasıyla bunu ispatladım. neymiş efendim? akşamdan kuru fasulyemizi ıslatıyor, öyle pişiriyormuşuz. eğer ki misket oynamak niyetinde değilsek...

24 Tem 2008

karabasan


bir şeyler oldu. hala da oluyor. tüylerimin dikenliği mi sorun? bir şeylerin gördüğüm üzere ters olmaları mı? rüyalarla gerçeklerin tekrar kesişmesi söz konusu. tam da zamanını buldular değil mi? ben bu kadar yalnızken, kelimelerle bu kadar az ifade edebiliyorken, yazamıyorken, istediğim gibi yazamıyorken. evet tam zamanını buldular.

çok garip ki yaklaşık bir aydır uyurken kasılıyorum. evet yalnış duymadınız. tamamen kaskatı kesiliyorum. vücudumu saran bu siyah dumana halk arasında karabasan deniyor. bazen kendisi ile mücadele edip onu yenebiliyorum ama bunun tam yolunu öğrenebilmiş değilim. tıbbi olarak vücudun paralize edici salgısı ile, uyanan zihnin çakışması sonucunda geçen zaman olarak ifade ediliyor. yani zihin kısmen uyanıyor fakat beyin, bir şekilde vücudu uyurken hareketsiz kılmak adına salgıladığı sıvının etkisinden kurtaramıyor. mantıklı elbette. ama işin ardında daha ruhani şeyler olduğunu düşünüyorum. herşeye mantıki ve maddi bir neden bulma zorunluluğum var işte bu şekilde. hal böyleyken karabasan ile mücadele yolları arıyorum zira vücudumu kaskatı kesip de gözlerimi kapadı mı zaman kendi algısını yitiriyor. yüzyıllardır ordaymışım hissi veriyor. kesif bir uğultu ve ne garip ki dua ettiğimde de daha da şiddetleniyor.

bazen karabasanın (en azından bende) biraz acemice davrandığını düşünüyorum. bu kendisine yapılmış bir saygısızlık değil. mantıklı düşündüğümde, son günlerde bu kadar sık geliyor olduğundan yola çıkarsam, tekrar geleceğini adım gibi biliyorum. eh madem onun gelmemesini sağlamayacak eleştirmem, veya nasıl olsa bundan korunabileceğim bir şey yok. o halde korkmanın manası da yok. acemice davranmasının nedeni şu: bir kaç kez onu altettim. evet. bedenimi kapatıp da zihnimi dondururken biraz vakit harcıyor. bu anlarda bazen bedenimi elden kaçırıyor. bazen de zihnimi. işte o sırada kendisiyle mücadele ediyorum. hani küçükken birinin elimizden bir şey aldığı durumlarda iki taraf da alınan şeyin bir ucundan tutup, "benim" diye çekiştirirler ya. aynen bu şekilde karabasan ile ben, bedenim üzerinde o çekişmeyi yaşıyoruz. çokça o kazanıyor. bir kaç kez ben kazandım. o beynimle uğraşıyordu, ben yavaşça beynimi dondurmuş gibi yaptım. bedenim zaten donuktu, fakat ne garip bir an bedenimi unuttu, zihnime odaklandı. tam o sırada bütün varlığımla kendimi çektim. biraz şaşırmış, biraz üzgün, pelerini yerde sürünerek gitti. resmen bu gidişini gördüm. bu yüzden son zamanlarda bana daha fazla ihtimam gösteriyor. bir keresinde de tam anlamıyla donduramadı beni. başaramadı. odanın içinde yarı felçli bir şekilde ayaklarımın üzerinde kaydığımı hatırlıyorum. kapıdan tarafa bakamıyordum çünkü orda benim karabasana yakalanma nedenim vardı. fakat geri geri yürürken kapıyı bulamıyordum. kesinlikle eline yüzüne bulaştırdı o gece karabasan işini... o da ben de. yani yaklaşık yarım saat odada geri geri yürüyüp, üst kısmım felçli bir şekilde oraya buraya çarpmak yerine, bir kaç dakika olduğum yerde yatabilirdim değil mi? yok. ille bir çıkıntılık yapacağım. velhasıl o gece artık benle uğraşmadı daha fazla, bu sefer daha sert bir şekilde kızgın gitti. ben hemen arkamı döndüm. bir şey yoktu. ama olduğunu biliyordum. bana kalan diken diken olmuş tüyler, biraz kalp çarpıntısı, bolca heyecan korku karışımı, ve yalnızlığa edilen küfürler oldu. tabii bundan önce rüyamda bir kaç şey gördüm ki, o da tüm bunların büyük bir kısmına neden olmuş olabilir. onları sizinle paylaşmayacağım.

karabasanın dışında "hiaa" diye uyandığım da çok oluyor. benzer bir şekilde eskiden olmayan ve uyku kalitemi düşüren her şey bu aralar bende. neden bilmiyorum fakat galiba bir yerlerde birilerini mutsuz eden şeyler yaptım acısını çekiyorum, veya birileri bir yerlerde beni mutsuz eden şeyler yapıyor da bundan haberdar ediliyorum diye düşünüyorum. sanırım birilerinin karabasanlarını üzerime almayı o kadar çok diledim ki, karabasan onlardan bana geldi en son kertede. kendileri hala mücadele ediyorlar mı uykularında karabasan ile bilmiyorum. zira bilmek de istemiyorum. çünkü artık ben mücadele ediyorum. velhasıl dosttan gelen başım üzerine.

en nihayetinde kendimi yokladığımda bundan, yani karabasandan korkmadığımı düşünüyorum. aksine, gerçeklerle önüme siyah bir perde oluyor çoğu zaman. bazı gerçekleri bileceğim, zihnimi onlara kanalize ettiğim zaman devreye giriyor, o gerçekleri bilmeyi kaldıramayacağım düşünerek kafamı o gerçeklerin aksi tarafına çeviriyor. veya o gerçeklerin koruyucusu o. bilmiyorum. bildiğim bir şey var ki ondan korkmuyorum. ürktüğüm doğru. ama korkmuyorum.

bu gece değişik geldin. ne zoruna gitti bilmiyorum. belki seni tanımlayıp yenme yollarını bulabileceğimi hissettiğin için bu kadar değişik geldin bilmiyorum. korkmamı istiyorsun biliyorum. dua okutmuyorsun, her şekilde aciz bırakmak istiyorsun. o halde madem sen dua okutmayarak Allah ile aramıza giriyorsun, ben de sırlarını buradan herkese yayarak oyunu senin belirlediğin kurallara göre oynuyorum. ey ahali korkmayınız. korkmayınca daha çabuk gidiyor kendisi. korku çöreklenmek adına yer yapıyor çöktüğü boğazlarda. kurtulmaya çalıştıkça hırçınlaşıyor. geçen bileklerime tırnaklarını geçirdi. uyandığımda yedi adet tırnak izi vardı bileğimde. (neden yedi olduğunu bilmiyorum.) bu sizin kişiliğinize göre değişiyor tabi. eğer teslimiyetçi biriyseniz direnmemeniz yararınıza. ve son olarak geldiğinde sakın zamana odaklanıp da kurtulacağınız anı düşünmeyin. tadını çıkarın. herkes hayatında marjinal olmak ister. ben hep klasik bir adam oldum. hiç uçuk kıyafetlerim olmadı. hep gömlek pantolon, kısa kesilmiş, yandan ayrılmış saçlar. işte benim marjinal olabilmek adına elime geçmiş tek fırsattı karabasan. bu yüzden en iyi şekilde değerlendiriyorum bunu. yoksa kim siyah, yüzünü göstermeyen ve herkesin kabusu olan bir manyakla eğlenebilir ki? sonuç itibariyle ondan korkmuyorum. gelmemesi tercihim. çünkü beni yoruyor. ama ondan korkmuyorum.

yalnızım... lakin korkmuyorum. inat değil mi kardeşim? kork-mu-yo-rum!!!

21 Tem 2008

freedom

(seni kandırdım..) diyen
bir küçük çocuk
yalnız bir martı
çalıntı bir kayık
ve aşk...

(bunu bi daha yapma...) diyen
bir yaralı yürek
bol deniz tuzu
açılmış iki kol
ve aşk...

ve aşıksan, özlemişsen dört dörtlük
işte tam da budur özgürlük!!!

özledim...

15 Tem 2008

Küçük Tayyareci (*)


Şimdi henüz yerdeyim
Çünkü küçüktür yaşım
Fakat yarın olacak
Bulutlar arkadaşım
Tayyarem yükseldikçe
Göğe değecek başım

Küçük kuşlar havada
Akıp giderse nasıl
Ben de öyle semada
Uçacağım muttasıl

Bana gökte yıldızlar
Elini uzatacak
Tayyarem bulutların
Kucağında yatacak

Sesimi duyanların
Kalbi sık sık atacak
Görenler kaldıracak
Başlarını havaya
Ben böyle yükseldikçe
Yaklaşacağım aya

Mavi boşluk içinde
Süzülüp akacağım
Kocaman gözlüğümü
Başıma takacağım

Sırtıma giyeceğim
Ceketimi meşinden
Daima koşacağım
Bulutların peşinden

Pervanemiz durmadan
Hep çalışır çabalar
Muharebe olursa
Savururuz bombalar
Tayyareci yapacak
Çocuğunu babalar

Düşman artık bu küçük
Tayyareciyi tanı
Kanatları altında
Saklayacak vatanı

11 Tem 2008

la nausee (*)

tek gerçek var olmaktır. tek elimizdeki bu. ölmek yok olmak mıdır? hayır! varolmanın boyut değiştirmesidir ölüm. görmek birşeyi var kılmakta mıdır? hayır! eğer ki görmek var kılmaksa, görecelilik diye birşey olmazdı hayatta. yaşamak var olmak mıdır? belki! varolmanın sadece olmak olduğu düşünülürse evet, varolmanın bir şekilde istenilen düzeyde varolmak olduğu düşünülürse hayır!

midemden gelen bu sıkıntıları bastırmam, onların olmadığı anlamına gelmiyor. gayet de varlar. nedenleri de var. kolumu kaldıracak gücüm olmaması; hayatımdan geçenler, gidenler, kalanlar, tırmalayanlar, yoranlar, çizenler, atanlar... hepsi varlar. ben de varım. birileri yok ben varım. birileri var ben yokum. birileri yok, ben yokum. yoruldum bulantı herşeyden, buraya yazdıklarımı silmekten, seni beklemekten... çık artık dışarı



(*) bulantı... jean paul sartre