Çember ve çemberin matematiksel konumu aslında ne kadar insan hayatı ile alakalı. Mesela bir çemberin alanı, O'nun çapının yarısı ile sabit bir pi sayısının çarpımının karesine eşit. Aynı şekilde çemberin çevresi de çemberin yarıçapı ile sabit bir pi sayısının çarpımı kadar.
İnsanlar da çemberler gibiler. Çapları doğrultusunda hayat üzerinde kapladıkları bir alan ve yine kendi çapları doğrultusunda edindikleri bir çevre var. Çemberin çapı , onu iki eşit parçaya bölen doğrunun boyu ise, insanın çapı da onu ruhen iki eşit parçaya bölen herhangi bir olayı algılama ebatı. Hal böyle olunca farklı çemberlerin nasıl farklı çapları oluyorsa, farklı insanların da farklı çapları olduğu bir gerçek. Hep denir ya, bildiklerimiz bir çemberin alanı ise, bilmediklerimiz de bir çemberin çevresi gibidir. Çemberin alanı, yani bildiklerimiz ne kadar genişlerse, bilmediklerimiz yani çemberin çevresi de o kadar genişler.
İnsan denilen mahluk, bildiği ve hayatı algılayabildiği kadardır. Yani sabit olay ve nesneleri değerlendirebildiği ölçüde çap sahibi olur. Siz o algıyı değiştiremezsiniz. Zira her zaman dendiği gibi, sizin ifade ettikleriniz, karşı tarafın algıladığı yani çapı kadardır.
Şu dünyada en zor şey, çapının almayacağı birşeyler ifade etmektir birilerine. Ben maalesef yine aynı yanılgıya düşerek aynı hatayı işledim. Demek ki benim de bu algıdaki çapım yetersizmiş. Nasıl oluyor da, kendi çapım yetersizken başkalarının çapından büyük çaplara sahip olmadığı için onları eleştiriyorum. Eh o zaman son cümlede, cümleten 3 boyutlu analitik düzlemde bu çember paradoksumuza buyrun. ..
“Bir tek sigara için çok şey verebilirdim şu an” dedi. Siyah deri zırhının içinde sakladığı yara izleri yüzüne yansımış, yüzündeki yaralar ise içinde hiçbir yerde iz bulamamış kadın savaşçı. Kılıcını belindeki yerinden çıkarıp duvara yasladı. Karşısındaki adamın gözlerine baktı. Görebildiği şey, yıllar öncesinden gelen neşe dolu bir bakış olsun istedi. Evet! Bir tek sigara içebilmek için çok şey verebilirdi. Ve şimdi bu kurşuni duvarlar arasında yerin onlarca metre altındaki bu karargahta, yıllar öncesinden hiçbir iz yoktu. Ne bakışlarda, ne de konuşulan sözlerin satır aralarında. Kadın durdu. Karşısında kafasını haritaların üzerine gömmüş, hafif kırlaşmış saçları ve seyrek sakalları ile oturan adama baktı. Muhtemelen az evvel dediği şeyi duymamıştı. Saat sabaha karşı 4’tü ve cepheden gelen haberler endişe veriyordu. Bir an tüm bunlardan arınarak eskisi gibi kolyesini takıp, sürüp sürüştürüp, o neşeli günlerdeki gibi görsün istedi harita başında oturan adam kendisini. Sonra kendi düşünceleri kendine garip geldi. Neden seviyordu bu kadar O’nu, bunu bile unutmuştu. Onbinlerce kişiyi komuta ederek, milyonların hayatını beraber kurtardıklarına inandığı için mi? Eskiden kalan ve tanıdığı tek insan olduğu için mi? Bütün yalnızlıkların içinde tek O’na tutunabildiği için mi? Bir an bilemedi. Yıllar öncesinden gelen türlü hayaller gözünün önünde belirdi. En rengarenk olanına tutundu bir an. Öylece kalmak istedi. Günlerdir uykusuzdu hepsi. Gözlerini bir an kapadı ve aynadaki eski görüntüsünü düşledi. Kahküllerini alnına düşürüp de gözlerini hafifçe kısarak bakıp, sadece ellerindeki dokunuşu özlediği o günleri. Renklerin açıkça seçilebildiği o günleri. Kıyametten önce, binlerce cesetle tanışmadan önceki o günleri. O günler ki en kötü koku, yanından geçtiği çöp kamyonlarının kokusuydu. Yanmış cesetler, iltihaplı yaralar, kopan eller ve bunların bıraktığı kokular yoktu. Kendisini bir oyuncak ayıya sarılmışken hayal etti. O yanındaydı ve saçlarını okşuyordu. Yıllar öncesindeydi…
“Az evvel ne demiştin?” diyerek uyandırdı kadını masa başındaki adam. Gri ve pütürlü duvarlı havasız bir odada, kendinden geçtiğini anlayarak, ve hafifçe irkilerek anlamlandırdı kelimeleri. Neden sonra az evvel sigara istediğini hatırladı. Ama bunu tekrar söylemeyi gereksiz buldu. “ Yedi mıntıkada hareket devam ediyor. Dördü planlandığı gibi elimizde, ikisi öngörüldüğü gibi boş çıktı. Ama biri var ki ileri karakol bölgesi, düşman zannettiğimizden daha çok tahkimat yapmış. Beklentilerden daha fazla insan kaybettik. Üzücü fakat, senin daha dün sırtına vurup da iyileşirsin dediğin yüzbaşı… Mayına basarak… Durum çok parlak değil” diyerek aşağı yukarı her gün aynı olan gündelik raporu verdi. Karşılığında duyduğu ses rutin bir alışkanlık içeriyordu. “İhtiyattaki tümeni geri çekin. O bölgeyi boşaltmalıyız ki geridekileri tutabilelim. Bu arada, sigara içmeyeli gerçekten beş buçuk sene olmuş. Şimdi iyi giderdi değil mi?” Güldü sonra sözlerin sahibi. Sağ gözünü kaybettiğinden beri ilk defa güldüğünü gördü O’nun. Belki de umudun kaybolmaması için bir işaretti gülmesi. İlk defa bu kadar yorgun hissediyordu kendini. Öldürdüğü adamların sayısını kılıcının kabzasının üstüne çentik atarak saymayı bıraktığından beri ilk defa dua etme ihtiyacı duydu. Neden bu kadar kötü hissediyordu kendini? O’na veya kendine bir şey olacağından mı? Yoksa O’nun bir şekilde o geceye dönüp de, o geceki, geçmişteki O’nunla irtibat kurabildiğini bildiğinden mi? Geçmişe dönmek mi korkutuyordu kendisini? Düşünmek ve duygusallaşmak zamanı değil diye düşündü. Boynunu iki yana çevirerek ayılmaya çalıştı. “Benden istediğin bir şey var mı?” diye sordu her zamanki ciddiliğiyle. Alacağı cevabın donuk ve yapılması gereken emirleri içeren bir cümle olacağını biliyordu. “Özel birliğin komutasını al! Şafakla beraber düşmanın tedarik silolarını vurun! Güneşten önce karargaha dönmüş olun. İleri karakolda keşif için sana ihtiyacım var. Dördüncü tümen daha cepheden dönmedi. Yerini alarak sağ kanadı kapatmanız gerekiyor.” Emirleri büyük bir ciddiyetle dinledi. Hep olduğu gibi tek kelimesini bile atlamamayı öğrenmişti. Çünkü bu zamanda bir kelime, binlerce hayat demekti. Durdu. Bir şey söylemek ister gibi dudaklarını araladı. Tam söyleyecekken, “ Bir de, kendine dikkat et, dördüncü sektördeki o kazadan beri, aklım hep sende kalıyor” cümlesini duydu. Patlamanın ısısını yüzünde hissetti, şarapnel parçalarını teninde. Sevgilinin eli gibi ılık bir histi oysa ki, şaşırdı bu ikisini aynı yerde birleştirebildiğine. Alın hizasından çenesine kadar uzanan yara izine dokundu. Sonra saçlarının bir kısmını yakan o yanık tene. Utangaç bir ifadeyle komutana baktı. Komutan evet. Sevdiği adamdı. Gördüğü yüz, yara bere dolu, ama ilginç ki bunca zaman sonra kendisine bu kadar sevecen bakan bir yüzdü. Ağlamak istedi, ama buna ne mekan ne de zaman vardı. Ayağa kalkıp dimdik şekilde kendisine yakışır vaziyette durdu. “Nasıl istersen!” diye cevap verdi. Sağ dönmeli, ve iki gün sonra yapılacak oylamaya katılmalıydı. Duygusallığa yer yoktu. Başkan savaşın değişik cephelere kaydırılması yönünde talimat vermiş ve bu, savaşın içinde olan kumandanları epey rahatsız etmişti. Burnuna kötü kokular geliyordu. O’nun,ü sevdiği erkeğin bu zor zamanında yanında olmalıydı. Daha geçen ay bir suikast girişi olmamış mıydı? İçi ürperdi. Sanki kendisi ölürse, O'nu, sevdiği adamı koruyacak kimse yokmuş gibi düşündü. Kapıdan çıkarken gözleri dolu bir kez daha baktı O’na. Her göreve gidişinde O’nu bir kere daha göremeyecek olmanın korkusuyla. Boğuk, kurşuni ve pütürlü duvarlı karargah odasından çıkarken, O’nu ne kadar sevdiğini düşündü. Kapıda kendisini bekleyen yaverine döndü. “Özel birlikten üçyüz adam hazırla. Yarım saatiniz var. Şafakla beraber sektör onaltıda düşman silolarına saldıracağız. Emri sadece sen ve ben biliyoruz. Hata istemiyorum” diyerek sert bir tonda emretti. Kelimelerin ağzından çıkışındaki sertlik bir an kendisini bile şaşırttı. O’nun hayatı artık buydu. Odadan çıkmadan önce keşke bir kez daha sarılsaydım diye düşündü her defasındaki gibi. Yanından geçen askerlere, yaralılara, üstü başı kirli insanlara aldırmadan kendi küçük odasına gitti. Evet! O’nun hayatı artık buydu ve bu hayatta kadınlık, zayıflık veya insanlık yoktu…