12 Eyl 2008

Ege Düğünü


Genelde çay bahçesi, alt sınıf düğün salonları, sokak araları veya boş arazilerin ışıklandırılması ile aydınlanan top sahaları şeklindeki yerlerde vuku bulan düğünlerdir Ege düğünleri. Diğer yörelerin düğünleri gibi düğün tadında spesifik özellikleri olmasa da, kendine has bir takım farklılıkları ve katılımcı profil olarak bir takım ayrılıkları vardır.

Öncelikle bu düğünlerin olmazsa olmazı orgtur. Ne bir orkestra, ne bir müzik grubu, ne bir keman, ne davul ne de başka birşey. Yegane müzikal alet orgtur. Org eşliğinde, org çalmayı bilmese de hazır bulunacak bir şantöz düğünü kotarır. Zira çıs tis cım tis, şeklinde otomatik org butonlarıyla düğünün tüm müzikal yükü sırtlanır.

İçki olmayan bu düğünler genelde sonlara doğru sarhoş birçok insana şahit olur. Elbetti ki bu erkekler, düğünün vermiş olduğu mutluluktan değil, masa altında yuvarlanan ve çoğu zaman plastik bardakta içilen rakı veya votkanın etkisiyle sarhoşluk mertebesine ererler. Yaş profili olarak 17-55 arası bir yelpazeyi kapsayan bu kişiler, içme nedenleri olarak yaşsal bir farklılaşma gösterirler. 17-23 yaş grubu, düğünde etekle gördüğü herhangi bir mahalle kızına platonik olarak yamulup içer, 23-30 arası grup ise ya geline karşı inceden bir platonik vaziyet halindedir, veya platonik vaziyet halinde olan kişinin kankası veya yöresel değimle sağdıcıdır. 30-55 arası gruptaki erkekler ise ya eşşekliğinden, ya ayyaşlığından veya kendi düğününü hatırlayıp hayatını çıkılmaz bir uçurumdan yuvarladığını düşünüp, kocaman götlü karısına, bir de ortamdaki cıvırlara bakarak içerler.

Düğünde mutlaka dans eden her 10 çiftten 4'ü kız kıza dansediyordur. Diğer 2 çift evliliklerinde iki seneyi doldurmamış taze evlilerdir. Kalan 3 çiftin biri gelin ve damat, diğer ikisi ise dünürlerdir. Dünür olan teyzeler mutlaka saçlarını güzel olucağı sanrısıyla hayvan gibi kabartmış, erkekler de mutlaka dans ederken küfür eder gibi gülücükler saçarak kıravatıyla oynayıp içten içe sövmektedir. (Dünürler en az iki kere karşılarındaki eşlerinin ayaklarına basarlar.)

Pistte balon, helva ve bilimum çocuksu malzemeyle koşan 4-10 yaş arası birçok velet vardır. Bunlardan çoğu düğün boyunca bir veya iki kere pataklanır, yaşça küçük olanları da mutlaka şaşal şişeye bir veya iki kez işetilirler.

17-23 yaş arası gruba mensup taze delikanlılar, düğünün sonuna doğru panik halinde yamuldukları kızın babasına gidip "Şuayip amca, Elif'le dans edebilir miyim?" tarzı bir cümleyle izin isteyerek dans eder ve pistteki çift sayısına katkıda bulunurlar. Şuayip amca bu isteği genelde hiçbir şey söylemeden sert bir kafa hareketiyle onaylar. Ama asla konuşmaz, zira muhattap olmaz, zira kendisi de o sırada içkilidir. Ve konuşursa el kadar çocuğun önünde hanımdan fırça yiyecektir.

Düğün sırasında mutlaka, geline platonik hisler besleyen kişi tarafından şantözden "nikah masası" isimli şarkı istenir. Lakin görümce ve eltilerin mütemadiyen işe yarayan politik manevralarıyla kriz başlamadan çözülür ve şantöz "arabım" şarkısını icra eder. Bu sırada pistte oynayan grup içinde en çok eğlenenin de geline platonik hisler besleyen kişi(ler) olması da ironiktir.

Akrabalar arasında takı töreni sırasında mutlaka bir arbede çıkar. Genellikle gelinin kız kardeşinin görevi olan takıları kese içinde tutma eylemi, kız kardeş yoksa aileler arası bir krize neden olabilir.

Düğün bittiğinde gelin ve damat (genellikle) boş sandalyelerin, atılmış kağıt ve konfetilerin, çitlenmiş ay çekirdeği kırıntılarının arasında 10 dakika oturup dinlenirler. Gelin ayakkabısını çıkarıp ayaklarını ovuşturur. Damat ise şimdiden omuzlarına binen hayat yükünü düşünerek uzaklara dalar.

Kısacası, sarı ampüllerin, kareli masa örtülerin serildiği tahta masaların ve altı beyaz kireç badanalı çam veya çınar ağaçlarına hoperlör asılmasının yaygın olduğu düğünlerdir Ege düğünleri. Genelde yaz aylarında olduklarından, sivri sinek istilasından bunalıp da "oturmaya mı geldik Nuriyeaanım, hadi hadi oh oh, ahey ahey" diyerek kendilerini piste atan teyzelerin çokça bulunduğu mahalle organizsasyonlarıdır. Akşamın tatlı tatlı geceye döndüğü anlarda uzak mahallelerden gelen müzik sesinin rüzgar içinde dağılarak kulaklarınızı okşamasıyla, bir tatlı his her tarafınızı sarar. Uzaklardan gelen türkü "yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar" ise Anadolu toprağının bin yıllardır bu coğrafyada insanla yoğrulmasının ne demek olduğunu size anlatır. Sadece insan olduğunuza sevinir, başka hiç bir kimlik istemeden yaşamaya karşı inatla, sevgiyle ve hüzünle bilenirsiniz.


Velhasıl eğlenceli ve hüzünlüdür Ege düğünleri. Hayatın kendisi gibi.

10 Eyl 2008

Hayat işte...


"Çok sigara içtin, üst üste kaçıncı bu. İçme artık lütfen. Hem sigara sağlığa zararlı biliyorsun" diyerek sigara paketine doğru uzanan elimi tuttu. Sigara içemeyecek olmanın verdiği huzursuzlukla, elindeki sıcak dokunuşu hissetmek arasında bir kaç saniye gidip gelen yaklaşma - uzaklaşma çatışmasının ardından, tüm çatışmaları bir kenara koyarcasına elimi elinden çekip, çenemin altındaki hüzün noktasına yerleştirdim. Çok aşıktım, ve kesinlikle O'na açılmaya cesaretim yoktu. O anlasın, açılma faslını geçelim, mutlu iki çocuk gibi elele başlayalım kaldığımız yerden istiyordum. Cesaretim olmamasına rağmen, bakışlarımı en uzak puslu noktaya sabitlemek, ve bu sabitin dakikalarca sürmesi sonucunda gözlerimin (kırpışamamaktan) dolmasıyla beraber yine ilk hamleyi O'nun yapmasını beklemek gibi küçük oyunlarım vardı benim. Fakat nedense O'nun birşey demesini beklemeden, gözlerim hala uzaklara çakılı bir şekilde:

"Bende bu hayat varken, sigaradan ölmem" dedim. Neden bu şekilde bir cümle çıktı ağzımdan bilmiyorum. Tamam, çok şaşalı, hatta afilli cümleleri ve pek tabii arada film replikleriyle konuşmayı seven bir insanım. Ama bu noktada gözleri hafif nemli, eli çenesinde, bakışları uzaklarda kenetlenmiş bir adamın bu şekilde bir cümle kurması komik kaçtı. Kendi kendime güleceğim, zor tutuyorum kendimi. O benden daha dayanıksız çıktı. Bastı kahkahayı.

"İçkisine ilaç atılıp kirletilmiş Türk Filmi kadınları gibi konuştun." dedi kahkahaları oturduğumuz deniz kenarı çay bahçesini çınlatırken.

" Ben Türk Filmi kadınlarını değil, Türk dizileri ağır abilerini kastetmiştim bir kere" diyerek eşlik ettim şen kahkahalarına. Ne güzel, konu dağılmış, çay bahçesindeki gözler; şen kahkahalarımızın ardından kendi masalarına döndükçe, hayat da normale dönmüştü. Bu kahkaha furyasından istifade bir sigara daha yakmıştım O bana son izlediği Türk filminden kareler anlatırken. Mavi dumanlı dinledim anlattıklarını. Aklımda ne uzaklara dalmak, ne de çenemi elimin üstüne yerleştirip bir gurur heykeli gibi kalmak vardı. Saatlerce "Küçük Sevgilim" isimli filmi anlattı bana. Beyin cerrahı olan adamın öğrencisine aşık olduktan sonra, sırf iyilik yapmak için onun hasta ablasıyla evlenmesini, daha sonra ablası ölünce kendini içkiye vererek berduş olmasını ve filmin sonunda araba kazası geçiren oğlunu yine titreyen elleriyle ameliyat etmesini... Arada komik sahnelerde yüzünü buruşturarak hem aktris oluyor, "Ama Şadan, mes'ud ve bahtiyar bir genç kızın duygularıyla oynuyorsunuz kuzum" diyor, daha sonra sesini kalınlaştırarak, "Reca ederim bu bahsi kapatalım küçük hanım! Zira ben Hukuk mektebinde okuyan müşvik bir talebeyim. Beni kötrüm ve boş muhitimde yalnız bırakınız" diye jön replikleri atıyordu. Gülüyor, gülüyordu. Çay bahçesinde gizlice içtiğimiz küp şarabının etkisinden olsa gerek, bir ara ayağa kalkıp, yumruğunu sıkıp, "Bırak o kızı öleceksin, Sibelle evleneceksin ulen köpeeeek!" diye bağırdı. Cümlesini tamamlayamamıştı ki, sendeleyerek kucağıma düştü. Türk filmlerinin yakışıklı jönü, porselen bebeklerden güzel aktristi, kucağımda yatıyor, öylece bana bakıyordu. Bir an saçlarını okşasam diye elimi kaldırdım. Gitmedi ellerim. Uzanıp öpsem olmayacak, Türk filmlerinden beter bir sonumuz olacaktı. Kaç dakika geçti bilmiyorum. Ne ben, ne de o konuştuk. Öylece bakıyorduk birbirimize sonsuz gelen saniyelerde. Ne ben, ne de o konuştuk. Deniz kenarında bir çay bahçesinde, ağaçlara kalpler içinde çakıyla isim kazınan bir mevsimde, kucağımda O.

***
Sabahki duruşma beklediğimden daha sert geçmişti. Yorgundum ve tek istediğim şey evde televizyon başında sert bir kahve eşliğinde manasızca oturmaktı. Fakülteyi bitirdiğimden bu yana ilk defa bu sene tatil yapmamıştım. Ve büroyu büyütmek, işleri daha genişletmek, daha fazla kazanmak gibi amaçlarım vardı. Planları olan insanların asla dinlenmeye hakları yoktu. Çalışmak ve hayallerini gerçekleştirmek zorundaydılar. Ben de onlardandım. Hayaller üniversite yılalrında kalmıştı. Artık onlara plan deniyordu. İyi bir kariyer, bol para, iyi bir evlilik. Evet! Hepsini gerçekleştirmiştim. İstediğim herşey elimdeydi. Ve güce ulaşan her insan gibi ben de, elimdekileri kaybetmemek adına daha fazlasını istedim. Sonra onları kaybetmemek adına daha fazlası. Ve yine daha fazlasını istiyordum. Bunları kafamda tasarlarken telefonum çaldı. Bürodaki yardımcım, akşama doğru olan duruşmanın öğleden sonraya alındığını söyledi. Bir an sevindim. Akşam üzeri kendime ait bir zamanım olacaktı ve bunu yeni büronun planlarını incelemek için kullanabilecektim. Dosyaları gözden geçirerek mahkeme salonunun yolunu tuttum.
Mahkemenin kapısına geldiğimde, taraflar daha ortada yoktu. Bu süre zarfında bir üst kattaki kafeteryada birşeyler içmeye karar verdim. Aydınlık kafeteryanın köşesinde, cam kenarında bir masaya oturdum. Açık bir çay söyleyerek, şehrin manzarasını seyre daldım. O sırada hayatın aslında ne kadar manasız bir koşuşturmacayla bizi esir aldığını düşündüm. Hani "karakter aşınması" dediği şey vardı ya yazarın. Karşımda masmavi uzanan deniz, deniz kenarında balık tutan insanlar, kağıt helva ve balon isteyen çocuklar, sahil boyunca uzanan çay bahçeleri...

Düşüncelerime dalmışken elimin sigaraya gittiğini farketmemişim. Farketmemiş olduğumdan sanırım, pakedi yere düşürdüm. Bir çift kadın ayakkabasıyla göz göze geldim. Başımı kaldırdığımda tanıdık iki gülen göz bana bakıyordu. Ne diyeceğimi bilemedim. Sessizliği bozan O oldu.

"Hem sigara sağlığa zararlı biliyorsun. Demek hala içiyorsun." Sözlerinde yıllar öncesinin vermiş olduğu o ılık esinti vardı. Ses tonu hiç değişmemişti.

"Navukat istemem ulenn", "Ah! Şadan, elini kana buladın aşkın için, seni bekleyeceğim kuzum!", "Nayır Neriman, ben artık yarım bir adamım, güzel bir gelecek var senin önünde. Bırak beni, güzel bir geleceğe koşmalısın sen!" diye Türk filmi repliklerini tekrarlayarak yanıma oturdu. En son çay bahçesinde o gece görmüştüm onu. Yıllar sonra ilk defa, yine aynı repliklerle karşıma çıkmıştı. Ne diyeceğimi, nasıl davranacağımı bilmiyordum. O ise gayet kendinden emin ve rahat bir eda ile kendine bir çay söyledi. Şekersiz çayından bir yudum aldı ki yine konuşmaya başladı.

"Çok değişmişsin. Ama yıllar sana yaramış, daha yakışıklı olmuşsun." şuh bir kahkaha ile güldü.
"Teşekkür ederim. Yıllar seni de güzelleştirmiş" diyebildim şaşırmış dudaklarımdan bir çırpıda kelimeleri fırlatırcasına.

"O çay bahçesini hatırlıyorsun değil mi?" diye sözümü bitirdiğim anda araya girdi.

"E-Evet! Hatırlıyorum." diyebildim. Hatırlamadığımı zannetmesinden korkarak.

"O gece kucağında yatarken bir karar vermiştim ben. Türk filmlerindeki gibi bir aşk yaşayacaktım seninle. Çok seviyordum seni, çok sevdiğini biliyordum beni. Sadece ve sadece seninle evlenecektim. Hayat işte." diyerek bir kahkaha daha attı. Ben ne diyeceğimi bilmiyor, sadece biraz mahçup, biraz da şaşkın gözlerle O'nu seyrediyordum.

"Bilmiyordum." diyebildim kendimi toparlayıp.

"Biliyordun aslında" dedi, biraz uzaklardan gelen bir ses tonu ile. "Biliyordun ama korkuyordun. Hayat sana yön versin istedin. Oysa şimdi anladın ki, sen hayata yön veriyorsun. Veya verdiğini zannediyorsun" dedi az evvelki cümlesini bitirdiği aynı ton ve vurgu ile.

"Yıllar sonra seninle bu konuşmayı yapmak. Hayat işte. Sana ne yaşatacağı asla belli olmuyor, sen ne kadar ona yön verdiğini düşünsen de..." Çay bardağını usulca yerine koydu, yavaş hareketlerle kalktı. Bir an ben de kalkıp onunla gitmek istedim. Usulca eğilip yanağıma ufak bir öpücük kondurarak, gitti.

***
O'nu çok seviyordum. Kucağımda öylece yatıyordu gözlerini gözlerime dikmiş. Heyecandan ölebilirdim. Birşeyler düşünüyordu sanki gözlerime bakarak. Usulca uzattım ellerimi saçlarına doğru. Yarıda kaldı. Kolundan tuttum yavaşça.

"Hadi kalkalım artık geç oldu." diyebildim sadece.

Kalktık.

3 Eyl 2008

Nefretlik durumlar.

İnsan hayatı boyunca bir çok nefretlik durumla karşılaşıyor. Bunların en kötüleri de biriyle bir evi paylaştığında karşılaşılan durumlar. İnsan karşısındaki kişiyi ancak ev hayatı yaşarsa tamamen tanıyabiliyor derler ya, bunu kendimde saptayabilmek adına, veya okuyanlarınızdan şahsımla ev tutmak isteyenler varsa, bunların bir listesini yapmaya çalıştım. Okuyunuz öğreniniz. Şahsım aynı evin paylaşılması durumunda nelerden nefretlik olur?

1) Diş macununun ortadan sıkılması: Bu klişe bir nefretlik hadisedir. Muhtemelen 100 kişiden 90'ı diş macununun ortadan sıkılmasından nefret eder. Amma velakin nefret eden bu 90 kişiden en az 70'İ yine diş macununu ortadan sıkar. Allahtan şimdi sıkıldığında tekrar bir şekilde şişen tüpler icat ettiler de, bir şekilde daha az tramvatik atlatıyoruz banyo aynası önü sendromlarını.


2) Yatakta, halıda, çarşafta, lavaboda, lavabo giderinde, koridor köşelerinde, tarak üstlerinde bulunan her türlü saç ve benzeri: İnsanın rüzgarda efil efil uçuşan saçlarının olması harikulade bir şey. Hatta banyodan sonra ıslak ve uçlarından şıpır şıpır sular damlayan saçları olan bir kadın gayet erotik bir görünüm de arz edebilir. Lakin gidin saçlarınızı başka yere dökün sevgili arkadaşlar. Evimde yumak yumak saç görmek istemeyen bir kimseyim, banyo giderlerini bir zahmet temizleyin, yastığınızı sabah çırpın, yapın birşeyler. Aaaa!


3) Yemekten sonra, yemek yenen tabakta sigara söndürülmesi: Anladık, güzel bir pazar sabahı, kahvaltı edilmiş, kahvaltı üzerine içilen çayla birlikte sigara içiliyor. Ama yapma canım, yapma arkadaşım. Üşenme, kalk çekmeceden bir kültablası, veya çay tabağı, veya deniz kabuğu, (Eskiden vardı bak bizde, cifle fırçaladıkça içini mutlu olurdum. Hey gidi, ne ara kırıldılar, nerden sonra aklıma takıldılar.) felan al. İçinde söndür sigaranı. Zeytin yağının, çekirdeğinin, peynir ve yumurta artıklarının köşesinde yapma o işi. Beni hasta etme!


4) El yıkandıktan sonra sabunun köpüklü bırakılması: Ne kadar güzel bir davranış, ellerini yıkadın, havlu ile kuruladın. Amma velakin sabunluğa baktığımda, sallanmış bir kutu koladan fışkırabilecek kadar çok köpük görüyorum sabunun üstünde. Peki o köpük ahirete kadar ıslak kalmayıp, kuruduğunda ne olacak? Bütün sabunluk leke, iz ve bilimum yapış yapış sabun olacak. Sıvı sabun da sevmiyorum hadi bakalım! Ne o öyle vıcık vıcık yavşak bir şey. Her el yıkanmasından sonra durulanacak o sabun. Efendi gibi yerine bırakılacak. Ayrıca durularken de aynayı lekeleme, iz iz sabun oluyor, çıkmıyor.


5) Televizyon benzeri görünen düz yüzeyler üzerindeki toz yoluyla haberleşmek: Öğrenci evlerinde genelde çok sık rastlanan bir yöntemdir. Televizyon ve/veya üzerinde o kadar çok toz birikmiştir ki, artık ev sakinleri birbirleriyle "abi akşam maça gelcek misin?","kaç ekmek lazım?","akşama eve kız arkadaşım gelcek, efendi olun!" tarzı mesaj göndererek haberleşirler. Ola ki boş anıma gelmiştir. Bir hafta toz almamışımdır. Sen al. "Beni yıka" tarzı gudiklikler yapmak ve bunu televizyonun üzerine yazmak yerine, al eline bir ıslak bir kuru iki toz bezi, bir kova deterjanlı su; tozunu al sert yüzeyin, sonra kurula. Yap bunu!


6) BEŞİKTAŞ maçı varken kıpırdamak: Dikkat ederseniz, T.V.'nin önünden geçmek, gidip içerde tangır tungur bulaşık yıkamak, elektrik süpürgesi yapmak (Oha!), konuşmak, "Ay ya cnbc-e'de de benim dizim başlayacak ya, sezon finali varmış" tarzı cümleler kurmak filan demiyorum. Kıpırdanmayacak diyorum!!! Ha bir Fener maçıdır, Delgado bi ara pasıyla Bobo'yu topla buluşturmuştur. Bobo kalecinin sağından bir plaseyle ağları havalandırmıştır. Kıpırdamak ne demek? Yık anasını sattığımın evini, git sabunluğu parçala, sabunları ye, aynaları kır, diş macunlarını dök saç! Umrum olmaz. Al biranı gel yanıma, T.V.'nin sesini kıs deme. Çerezleri fırlat yerden yere, hakeme küfret! Yap bunları! (Evi paylaştığım insanın hangi takımı tutuyor olması gerektiğini söylememe gerek yok sanırsam.)


7) Eğer bir film izlenmeye başlanmışsa müşterek olarak, o Film bitmeden uyumak: Güzel kardeşim, madem bir film seyretmeye başlamışız, karar vermişiz, otur izle. Filmin en heyecanlı yerinde esneme, "Abi bu şimdi katilin kuzeninin oda arkadaşıydı ya, peki abi bu Joni denen oğlanla Rebecca denen kız nie öpüştüler az evvel? Kardeş diil mi abi onlar" tarzı şalter attırıcı sorular sorma, bir filme başlıyorsan bitir. Bitiremeyeceksen başlama. Uykun varsa en başından git yat.


8) Oturma odasının göbeğinde tırnak kesmek: Yok artık! Muhabbet kuşu musun sen? (Bizim komşunun bir muhabbet kuşu vardı, diğer komşu da ara ara gelip gagasını tırnak makasıyla keserdi. Çok ustalık gerektiren bir operasyonmuşçasına herkes glogi durumda "Napıyonuz lan bana?" edasıyla boşluğa bakan kuşa ve gagasına odaklanırdı. Bu işlem oturma odasının ortasında olurdu hep. O yüzden şeettim. Yani muhabbet kuşları oda ortasında tırnak keser manasında değil. Alınma, alıngan olma.) Tırnaklarını banyoda kes, kestikten sonra elini ayağını yıka. Yap bunları, kaç yaşına gelmiş adamsın. (Törpü, manikür, pedikür, epilasyon, saç tarama, şeytan tırnağı çıkarma... tüm bu işlemler için geçerli bu madde. Kuaför mü lan burası?)


9) Oda kapısını çalmadan içeri girmek: Nefretlik bir hadisedir evet! İki taraf için de öyle. Yapma! Evi paylaştığın kişi sevgilinse bir derece, yine de olmaz. Eğer aile veya arkadaş efradı ile ev paylaşılıyorsa, vahim manzaralar doğurabilir iki taraf açısından da. Kapıyı vur, içeriden "buyur" sesi gelsin, öyle gir.


10) Okunan gazetelerin, iç tarafları dışa gelecek şekilde katlanıp bırakılması: Nasıl aldıysan öyle bırak o gazeteyi, ne tarih belli, ne haber belli ne teber. Güzelce oku aferin, lakin okuduktan sonra bir zahmet dışını dışa, içini içe katla. Sıvacı ustası gibi üçgen yapıp da kafamıza takmayacağız o gazeteyi. Değil mi ama?

2 Eyl 2008

The world of furniture


Ben ev eşyalarının kendi kişilikleri olduğunu ve hatta biz uyuduktan sonra evin içinde dolaştıklarını düşünürdüm. Düşünsenize, evin içinde patır patır yürüyen sandalyeler, birbirleri ile dertleşen abajurlar, duvarda asılı olan bir diğer tabloya aşık olan bir tablo, ve ona teselli veren, kendi aşkı geçenlerde bir başka odaya çiviyle asılmış bir başka tablo. Evin içi panayır gibi, insanların duyduğu frekansın çok daha başka bir çeşidinden sesler çıkaran bu eşyaların, uyuyan bir insanı uyandırmaları mümkün değil. Hatta belki insanlar evde olmadığı gündüzlerde de harekete geçiyordur eşyaların dünyası. Oyuncaklar sepetlerinden çıkıp evin içinde rahat rahat dolaşıyorlar, trenler düdüklerini öttüre öttüre bir odadan diğerine geçiyorlar. Ve diğer eşyalarla o derin frekanstan iletişebildikleri için tüm eşyalar, insanların eve gelmesinden önce haber alıp, tamamen eski hallerine gelerek insanlara hiçbir şey belli etmiyorlar. Ancak hani bazen bir eşya koyduğunuz yerde olmaz da, alakasız bir yerde bulursunuz günlerce aradıktan sonra. Bence bu tamamen yaramaz eşyaların sebep olduğu, insanlara asla maledilmemesi gereken bir durum. Akıllarınca bizimle dalga geçiyorlar ve ne yazık ki biz bundan haberdar bile değiliz. Ne kadar ironik. Hani güç dediğimiz şey belki de başka bir şey diyordu ya sevdicek; belki de budur. Maddi düşünerek de normal sınırların dışına çıkılabilir bazen.


Bu düşünceme gülüyor olabilirsiniz. Ancak size söz veriyorum eşyaları bir gün bu keyif anlarında yakalayacağım. Onlara bu dünyanın tüm dertlerinden sıkıldığımı söyleyecek, katiyen ispiyonlamayacağıma söz vererek, ben evdeyken de rahat rahat davranmaları için yalvaracağım. Kesinlikle sandalyenin veya koltukların üzerine oturmayacağım, acıtmamak adına. Veya televizyonu dinleyeceğim; "devamlı ona bakılması, ama hiçbir zaman aslında kendisinin görülmemesi" nasıl bir duygu diye. Banyodaki en alakasız diş fırçasının halini hatrını soracağım. Giydiğim kıyafetlerden onlara yaşattığım sıkıntılar adına özür dileyeceğim. Hatta ve hatta, mutfakta birbirine aşık ve birbirinden nefret eden bardakları tesbit edip, bulaşık makinesini toparlarken, bu uyuma göre onları dizmeye özen göstereceğim. Evet, bir gün eşyaların dünyasına gireceğim. Onlar da beni benimseyecekler. Yanımda hep oldukları gibi davranacak, benden bir şey saklamayakaklar. Belki odada ben yokken konuşan iki kişinin benim hakkımda ne konuştuklarını bile öğrenebilirim onlardan. Düşünsenize bu şekilde bir süper kahraman olduğunu, dünyanın bütün süper kahramanlarından güçlü olurdu bence. EşyaAdam ve maceraları.


Bebeklerin bazen sebepsiz yere attıkları gülücükler vardır evdeki alakasız noktalara bakarak. Belki onlar görebiliyordur eşyaların hareket ettiklerini. Belki duyabiliyorlardır aralarında ne konuştuklarını. Bir gün ben de duyacağım. O zaman bebeğimin gözlerine bakacağım manasız gülüşlerinde, ne dediğini duyacağım.


Evet! Bunu yapacağım.


Not: Görsel olarak Van Gogh'un bir resmini eklemek de yazıya bambaşka bir uyum sağladı ki, ciddi manada içime sinen bir durum oldu.