17 Haz 2008

Sethudo ile Film Eleştirileri - 1: Mavi Boncuk


Mavi boncuk, 1974 yılında Ertem Eğilmez yönetmenliğinde çekilen bir Türk filmi. Elbette Türk sineması içinde aynı tarzda bir çok film gibi çok sıcak bir dokuya sahip ve bu sıcaklık sayesinde defalarca izlese de insan yine kendinden bir şey bulabiliyor bu filmde. Ancak Mavi Boncuk’u diğer Türk filmlerinden ayıran (kanımca) bir çok neden var. Öncelikle hiçbir Türk filminde senaryo ile karakterlerin uyumu, karakterlerin ekranda görülme sıklıklarının ayarı, film müziklerinin film sahnelerine uyumu bu kadar üst düzeyde değil. Filmi sıcak ve büyülü yapan özellikler aslında bunlar. Yoksa Kemal Sunal’ın kör taklidini sahici yaparak düşmesi, Zeki Alasya’nın postacı kılığında Gazino sahibi ile diyalogları veya Metin Akpınar’ın pamuğu ağzına dayayıp bayılması değil bu filmi güzel yapan. Bunların hepsinin başarılı bir armoni ile izleyiciye verilmesi söz konusu. Filmin içindeki ayrıntılar. Ki ayrıntı seviyorsanız eğer, Mavi Boncuk filmi sizin için tam bir ayrıntılar cenneti. Metin Akpınar’ın patates soyduğu sahnede, Emel Sayın’ın bıçağı Akpınar’ın elinden alırken tükürüyormuş gibi yapması, Yine Metin Akpınar’ın soğan doğrarken ağlaması üzerine Emel Sayın’ın gelerek: “Ne o, şarkı mı dokundu” demesi ve filmin ortasında Mavi Boncuk şarkısı eşliğinde biz Emel Sayın’ın ev halkıyla kurduğu sıcak ilişkiyi gözlerken, Metin Akpınar’ın duyulmasa bile aynı sözleri şarkı içinde söylemesi. Tam bu sırada “benim gönlüm ondadır” şarkı sözünün ekrandan duyuluyor olması. Yakışıklı ile Emel’in tam da “herkesle dost ol herkesle arkadaş” şarkı sözünde merdivenden inerken çarpışmaları. Bu ironinin daha sonra puslu aynada göz göze gelen Yakışıklı ve Emel’in, çaresiz ama mutlu bakışları esnasında “herkes sevmeye sevilmeye muhtaç” sözüyle giderilmesi… Emel’in odasının pencerelerine tahta çakarlarken, Kemal Sunal’ın çekici pencereye vurarak kırması üzerine, Zeki Alasya’nın “ver ulan şunu çekil kenara eşşoleşşek” demesi, bu küfrü tam da duruma uygun ama bir o kadar da yüzeysel söyleyerek gerçek yaşamda aynen olacağı gibi durumu oynaması. Evet ortada bir oyun var. Salt romantik bir oyun. Bir sürü adamın içinde bir kadın ve bu kadına, O’na aşık olan adam dahil, kimsenin cinsel herhangi bir yönelimi, bu konuda herhangi bir düşünce veya teşebbüsü yok. Bilakis Emel Sayın’ın halıdan çıkarılırkenki sahnede bu, üstüne basıla basıla bertaraf edilmiş. Mavi Boncuk işte bu noktalarda diğer Türk komedi filmlerinden ayrılıyor. Çünkü ortada bir durumun tertemiz ortaya konulması, kişisel komiklikler dışında, ayrıntılarla örülmüş bir komedi anlayışı var ki, çok fazla Türk filminde bu öğelerin hepsi mevcut değil. Kemal Sunal’ın “arabayı tek başıma ittim” demesine, Metin Akpınar’ın “peki arabayı kim kullandı” demesi ve Sunal’ın o diğer filmlerinden bildiğimiz ifadesi bunun en güzel örneği. Zekice tasarlanmış bir esprinin üstüne yerleştirilmiş kişisel özellikler ve bunun topluca izleyiciye sunulması.

Bu sahnelerin yüzlercesini söylemek mümkün. Zira hepsi bir bütünün parçaları gibi. Hepsi muazzam bir kurgu içerisinde birbirlerine bağlı ve bu bağlılığı yaratan ana hikaye veya karakterler değil, bu bağlılığı yaratan ayrıntıların bu film içinde çok kuvvetli bir şekilde heryere tam doğrulukla serpiştirilmiş olmaları. Gazinoyu tamir ederken, "Metin Akpınar'ın aşıklar gelse yeter gafı" Bunun üzerine Zeki Alasya'nın mimikleri, Münir Özkul'un konuyu toparlaması, yemek esnasında "Bu ucuz gazinolarda program yok" diyen Zeki Alasya'ya "Programın kralı var...Emel Sayın" diyen Mıstık'ın, sanki hiçbirşey olmamış tavrı, Kemal Sunal'ın aşk acısı çeken yakışıklıya kendine has, "ben bilirim senin içinden geçenleri" edalı muzip bakışı, Baba Yaşar'ın gerçekten baba olduğunu içtiği sek rakı ve gözlerindeki buğu ile anlatması, Metin Akpınar'ın utangaç ama içten hüznü. Hepsinin kendi üzüntülerini arkaya atarak Yakışıklıya desteği... Tabii filmi en güzel tamamlayan şey de, son sahnesinde Emel Sayın’ın boğaza nazır lokantaya gelmesi ve kameranın artık gazinonun dışına çıkarak, filmin kahramanları ile aramıza mesafe koyması. Bence muhteşem bir kamera oyunu ile izleyiciye verilen: “Onlar artık kendi hayatındalar, siz artık kendi hayatınızdasınız” mesajı. Az evvel Yakışıklı ve diğerlerinin Emel Sayın dinlerken taşıdıkları acıya ortak olan bizler, biraz hüzünlü de olsa, eksik parça Emel Sayın’ın da tamamlanmasıyla artık uzaklaşıyoruz ordan. Çoğu Türk filminde mutlu son var. Ama sadece Mavi Boncuk hüzünlü bir mutlu sonu bu şekilde bir bitişle verebiliyor. Olmaz Böyle Şey...

Tüm bunlardan sonra iddia edebilirim ki, Mavi Boncuk Türk Sinema tarihinin en güzel filmidir. Bu benim şahsi kanaatimdir. Katılıp katılmamak serbesttir.


Olmaz böyle şey, yoksa rüya mı
Tam mutlu oldum derken yıktın bütün dünyamı
Ben bu dertten ölürsem, söyle küçük bey
Hiç mi kalbin sızlamaz olmaz böyle şey

8 Haz 2008

Aramızda...


Her sabah elimden tutarak, içimdeki “çocuksu sızıyla” beni okula götüren bir adamdı o. Yoğun trafikte saydığımız vos vos arabalarının sayısı hep aklındaydı. Ben çocuk halimle otobüsün orta yerinde “bi tane dahaaaa…gördüüüm…bi tane dahaaaa” diye bağırdığımda O hep, “bağırma, aramızda” derdi. Aramızda… Aramızda yaklaşık yirmi altı yaş vardı. Sonra ben otobüslerin sabah işkencelerini kaldıramazdım, mide bulantısı eşliğinde varmamız gereken yere gelmeden inerdik. Sonra tekrar binerdik midemdekileri çıkaramayınca. Bu genelde her sabah sürüp giderdi. O saçlarımı ısırırdı sevgisinden, ben huylanırdım O’nun sıcak nefesinden…

Sırtına koyduğu yastık eşliğinde maç izlerdik hafta sonları. Ben solundaki koltukta uzanarak izlerdim. O istisnasız her seferinde yere otururdu. Çok sevdiği bir fincan çayı da yanına alıp, büyük bir dikkat ve heyecanla seyrederdi “siyah ve beyaz” formalı adamları. Uçsuz ve bucaksız sorularımı bazen sabırla, bazen sabırsız bir eda ile yanıtlardı. “yenildik ama ezilmedik değil mi?” “iyi oynuyoruz değil mi?” “yeneriz değil mi?”...


Her sabah, okula gidecekken yıllar boyunca iki adet tereyağlı ve ballı ekmek yanında bir çay hazırlamış olurdu bana. Her akşam ise bir bardak sütle kapımı çalardı. Sütü getirirken bana çaktırmadan en tepesinden bir yudum almayı da ihmal etmezdi. Kendine özgü bir sevme tarzı vardı. Yüzüme üç kere hafifçe dokunup, bir makas alırdı. Sonra bir kez daha üç kere dokunup bir makas daha alırdı. Ve bunu üç kere yapardı. Pembe ve güzel elleri her daim değişik kokardı. Huzurun ve güvenin kokusuydu bu.


Hep kendinden önce bir yere koydu beni. Her defasında ısrarlı bir şekilde kendisi için değil de benim için uğraşırdı. Bazen izin alır, saatlerce sınav takvimi hazırlardı bana. Bazen de saatlerce yanıma oturup bana ders çalıştırırdı. Mutlu olduğu zamanlarda hep bir çocuk gibi koşarak çıkardı apartmanın merdivenlerini. Kendi kendine konuştuğu olurdu bazen. Çocuktu aslında; daha çok ben, ama bazen de O. Şiir okurdu sonra… Güzel de okurdu bir sürü şiiri ezberinden. Sesini titreterek, ağır ağır hakkını verirdi mısraların. En çok takım elbise yakışırdı ona. En çok da mavi. Özenle seçtiği kravatlarının üstünde, kendine has ve sürmeyi hiç ihmal etmediği parfümüyle o kadar hoş görünürdü ki, bir kıyafetin bir insanda bu kadar güzel duracağının ispatıydı.


Oldum olası sevmezdi sıcağı. Bunalırdı. Ama oldum olası da hep gidip gelip kaloriferlerin yanıp yanmadığına bakar, kapıcıyı arayıp da bir ton şey söylerdi. Her şeyi çok düşünür, çok hesaplar ve ona göre planlardı. Plan, O’nun hayatında vazgeçilmez, reddedilmez bir gerçekti. Hayata karşı iki düsturu daha vardı planlı olmanın yanında. Sorumluluk ve şeref. Asla ama asla taviz vermedi bunlardan. “Görev namusu” derdi, “yapman gerekeni eksiksiz, tam ve zamanında yapmaktır”. Ben O’ndan böyle öğrendiğim için sanırım, yapmam gerekenleri eksiksiz, tam ve zamanında yapamadığım için hep sıkıntı duydum bazen. Her insan hayatında belli bir zaman, belli bir yerde, belli sebeplerle kaytarırdı. Ama O’nun bir şekilde yapması gerekenlerden kaytardığını hiç görmedim. Sigara içmeyi severdi. İçkiyle ise arası hiç olmadı. Sigarayı da sorumlulukları çerçevesinde iradesini kullanarak anında bıraktı.


Aramızda yirmi altı yaş vardı. Çocukken kucağında saydığımız kaplumbağa vos vos arabalarından sonra da çok şey oldu aramızda. Bir çok şey var ki hala aramızda. Değil mi? BABA...