24 Kas 2008

Hepsi Bu...


Usulca gözlerimi yerden kaldırdım. Her tarafta uçuşan yapraklar, dal parçaları, kum ve toz zerrelerinden korunmak için biraz kıstım gözlerimi. Dişim ağrıyordu ve hala dişçiye gitmekten korkuyordum. Akşam olmuştu ve oturduğum bankın olduğu park artık tamamen karanlıktı. Eskiden üstünde büyük bir meşe ağacının olduğu, şimdilerde ise gri bir duvara yaslanmış olan banktan görebildiğim manzaraya baktım. Herşey aynı gibiydi. Oysa hiçbirşey aynı değildi. Salıncaklar, kaydıraklar; önceden tahta ve parçalı olup da, şimdilerde mika kaplama olan ve üzerine hiçbirşey yazılamayan banklar. Sanki yazılarla birlikte birçok şey de silinmişti hafızlardan. Oysa ne tanıdık bir manzaraydı gördüğüm. Bütün ayrıntılarını biliyordum bu parkın. Bu yüzden karanlık olsa bile, neyin nerde olduğunu bilmek garip bir huzur hissi doldurdu içime. Öyle ya, şimdi kalkıp yürüsem, uzak evlerin loş perdelerinden belirli belirsiz yansıyan ışığa rağmen yolumu bulabilirdim. Kalkıp yürüyemeyecek kadar sarhoş olduğumu hatırladım. Gözlerimin önündeki karanlığın ortasında dönen neşeli odaların ışıklarını takip edemiyordum. Ne kadar tanıdıktı oysa sarı ışıklı odaların içinde, perdelerin engeline takılmayan aydınlıkta neşe ve huzur içinde oturmak. Ve ne kadar uzaktı artık. Sımsıkı kapadım gözlerimi. Açtığımda parkın bütün ışıkları yanmıştı. Sol yanımda oturan çiftin yere döktüğü birayı uyuz bir köpek yalıyordu. Parkın uzak kenarında, saçlarına Yunan Tanrıları misali yapraklar iliştirmiş bir genç, ağlayan sevgilisine birşeyler anlatıyordu. Biraz ilerde, cep telefonundan neşeli haberler aldığı belli olan bir kadın, arkadaşına heyecanla muhtemelen o haberin O'nun için önemini anlatıyordu. Bu sırada gözüm sırtını duvara yaslayıp kulaklıkla müzik dinleyerek bira içen gence takıldı. Onaltı- onyedi yaşlarındaki gözlerinden hüzünlü gölgeler geçti bir an. Parkın sazlık olmayan, düzenli kesilen çimlerinden ördekler değil fakat bir grup gri, insanlara alışmış güvercin havalandı. Çocuk önce sağa baktı, sonra kendisine dikilmiş iki gözü farkedince tedirgin oldu. Tedirgin olduğunu belli etmek istemez bir eda ile kalktı. Sakallarımı kaşıyarak arkasından baktım. Peşinden gitmek geldi içimden. Sonra kimsenin peşinden gidemeyeceğimi hatırlayarak kafamı gökyüzüne çevirdim. Sonra yıldızlara baktım uzun uzun eski günlerdeki gibi. Bir şarkı düşündüm. Bir şarkı istedim Gece'den. Yaşamak dediğinin "hepsi bu" değil miydi işte? Üzerimdeki gazeteyi düzelterek banka uzandım. Yunan Tanrıları misali yaprakları saçlarına takmış genç, çakmağıyla bira kapağını açtı. İki yudum aldıktan sonra sarıldılar ağlayan sevgilisiyle. Hepsi buydu işte. Hepsi bu!!!

alacakaranlık




trafik ışıklarında bol çukulatalı günler ışıyor.
hep sahte paralarla alıyorum içten gülüşleri
bildiklerim renkli pasta dilimlerinde ufalanıyor
sol yanımda güç bela bir alacakaranlık
kol mesafesinde siyah saçlı bir kadın farkındalığı
saçlarım daha fazla mı dökülüyor, kepek mi, bit mi?

sevmiyorum alacakaranlığı

bir ses duysam arkamda birileri var sanıyorum
ölmek isteği değil peşimde volta atan
ben hep seni götürüyorum karanlık sorgulara
bir yanım destek oluyor, diğeri köstekli bir saatin pervasızlığı
hep şafak vakti yağmurlu puslu bir hava içim

sevmiyorum alacakaranlığı

aynada gördüğüm yüzler yanıyor
ben hep kendi sesimle uyanıyorum
sokak lambaları sabah ne kadar cılız duruyor
alarmlar hep yorgun gecelerin davetçisi
hiçbir saate uyanmıyorum, zamanın köstekli yalancılığı
hep şafak vakti görünmez bir el

sevmiyorum alacakaranlığı

oyunlar oynarken geçiyordu zaman her daim
nedir ki kendi kendime uzak bulduğum
içten içe yanan dumansız bir ateş sanki gece
hiçbir zaman bir yere erişemeyecek olmanın yabancılığı
ben hiç sevmedim...sevemiyorum...
kaypak alacakaranlığı...